Askeri darbenin gerçekleştirildiği Mısır’da, 3 Temmuz 2013 tarihinden bugüne, demokratik haklarını geri isteyen kitlelere karşı uygulanan katliam sonucu öldürülenlerin sayısı 1000’lerle, yaralıların sayısı da 10 000’lerle ifade edilmekte… Görünen o ki darbeciler ya da darbeye karşı çıkanlar tavır değiştirmedikleri taktirde insanlar ölmeye ve yaralanmaya devam edecekler… Darbecilerin tavrı bir kenara da darbeye karşı çıkanların tavrı acaba ne kadar isabetli? Darbeye karşı, şiddete başvurmaksızın demokratik hak talep edilebilir mi? Suali şu şekilde de sormak mümkün: Darbeye karşı çıkanlar için, “sivil itaatsizlik” ne kadar doğru bir tutumdur? Belki de suali şöyle sormak gerekir: Darbeye karşı sivil itaatsizlik mi sergilenmelidir yoksa “direnme hakkı” mı kullanılmalıdır? Bu suallerin doğru cevabını verebilmek için öncelikle sivil itaatsizliğin ve direnme hakkının tanımını yapmak herhalde yerinde olacaktır…
Sivil itaatsizlik; şiddet içermeyen, devlet gücüne karşı pozitif bir hukuk kuralını, yasayı çiğnemeyi ifade eden ve amacının “hukuk devleti” ideallerine uygun düştüğü ve eylemcisinin de çiğnediği yasanın yaptırımına katlanmayı kabullendiği, kamuya açık, alenen gerçekleştirilen toplumsal, siyasal bir eylemdir. Bir başka ifadeyle yasaya aykırı, şiddetsiz, aleni, hukuk devleti idesine dayalı siyasal-etik bir motivasyonla pozitif bir hukuk kuralının, yasanın çiğnenmesi ve eylemcinin de onun yaptırımına katlanması tutumudur. Yasaya aykırılık, yasa=hukuk tezinin reddini ifade eder. Bu durum esas itibariyle “hukuka aykırılık” değil, kurulu düzeni yargılayıcı bir üst hukuk, doğal hukuk adına, tekil bir pozitif hukuk kuralına aykırılıktır. Yasaya aykırılık eylemi, bireylerin kendi aralarındaki ilişkilerde ayrıcalıklar yaratmadığı sürece sivildir. Bireysel ya da grupsal bencil bir itaatsizlik eylemi sivil sayılamaz. Eyleminin sivil olarak anılabilmesi için şiddet içermemesi de gerekir. Şiddetin meşruluk ilkeleriyle bağlandığı bir devlette, devletin şiddet tekeline, şiddetle karşı çıkmak sivil itaatsizlik değil, darbe, isyan ya da ihtilaldir. Gerçek manadaki sivil itaatsizlik, vicdani ve derin bir inancı dile getirdiğinden uyarır ama tehdit etmez. Şiddetin sivil itaatsizlik eylemlerinden dışlanmasının en önemli sebebi, şiddetin sisteme konfirme, içkin bir ifade tarzı olmayışıdır. İtaatsizlik eylemi mesajını kamuya duyurmadıkça ve alenilik vasfını taşımadıkça sivil itaatsizlik olarak gerçekleşemez. Eylemcilerin kendilerini kamuya açmaları, kişisel çıkara hizmet eden, adi suç niteliğindeki eylemlerden tefrik edilmelerini sağlar. Haddizatında sivil itaatsizlik eylemlerinin hedefi, anlaşmazlık hususundaki tartışmayı kamuya, kamusal değerler alanına taşımaktır. Şüphe yok ki herhangi bir eylemin mesajı, ancak ihlal edilen normun yaptırımına katlanmaya hazır olunduğu taktirde inandırıcı olabilir. Pozitif hukukun yaptırımına katlanma ve katılma sivil itaatsizlik eylemlerinin ifade gücünü yükselteceği gibi, içtenliğine olan inancı da yaygınlaştıracaktır. Sivil itaatsizliğin meşruiyeti, hukuk devleti idesi bakımından, devletin pozitif hukukuna egemen, aşkın (muteal) hukuk ilkelerini gerektirir. Bu ilkeler de en verimli zeminini “doğal hukuk”ta bulur. İster dinî, ister rasyonel isterse sosyolojik ya da etik ölçütlerle temellendirilsin, “doğal hukuk”, toplumun siyasi düzeninin hem bir kaynağı hem de düzeltim programıdır. Böylesi bir genel-geçer üst hukuk ilkesi olmazsa pozitif hukukun yasalarının çiğnenmesi durumu asla meşruiyet zemini bulamayacaktır. Bir misal vermek gerekirse, 28 Şubat post-modern darbe döneminde uygulamaya konulan kamusal alandaki “başörtüsü” yasağına karşı dindar kadınların göstermiş olduğu tepki, bir sivil itaatsizlik eylemidir. Söz konusu yasak, kanun olarak uygulanmışsa da yarattığı eşitsizlikten dolayı ahlaka ve hukuka uygun değildi. Eylemi gerçekleştirenler kamuda çalışma haklarını kaybetmişler ama şiddete başvurmamışlardır. Her ne kadar bu yasak on altı yıl sürdürülmüşse de sonuçta hukuka aykırı olduğu kabul edilmiş ve kaldırılmıştır.
Direnme hakkı’na gelince: Direnme hakkı; insanların “rıza” ve “sözleşme”leri haricinde tesis edilen gayrimeşru siyasi otoritelere karşı sahip oldukları, “doğal hukuk”tan kaynaklanan temel bir haktır. İnsanların direnme hakkından bahseden ilk düşünür, hukuk devleti idealinin ve anayasal demokrasinin en önemli temsilcisi John Locke’tur. Locke; insanların rızası ve sözleşmeleri haricinde kurulmuş olan hiçbir yönetim biçimini meşru görmediği gibi, meşru yönetime karşı, iktidarı ele geçirmek üzere girişilen ihtilal ve darbe türü faaliyetleri de kesinlikle meşru görmez. Ona göre, darbe (coup-usurpation), bir devlette (government) kuralları ve formu değiştirmeksizin yalnızca yönetimdeki şahısları değiştirip, meşru kuralları ortadan kaldırıp doğal olmayan yollarla yönetime geçmek, yönetime el koymak, iktidarı gasp etmektir. Dolayısıyla darbe yoluyla yönetimi ele geçirmek asla meşru kabul edilemeyeceği gibi, darbe yoluyla kurulan bir yönetim de asla meşru bir yönetim değildir. Darbeyi gerçekleştirenlerin, otoritelerini bunun ötesine taşımaları durumundaysa ortaya tiranlık (tyranny) çıkar. Tiranlık, hukukun ortadan kalktığı, yalnızca iktidarı gasp eden kişi ya da kişilerin istekleri ve keyfi kurallarının bulunduğu, idare tarzının iktidarı gasp edenlerin ihtiras, intikam ve açgözlülüklerinin tatminine yönelik olduğu kuraldışı bir idaredir. Tiranlığı yalnızca monarşilere özgü ve yalnızca monarşilerde maruz kalınabilecek bir durum olarak düşünmek kesinlikle hatadır. Sözde demokrasi ya da cumhuriyet formlarında da pekâlâ tiranlığa maruz kalınabilir. Böylesi durumlarda hakları çiğnenen insanların yapacağı şey, elbette ki direnip karşı çıkmak olmalıdır. Kim ya da kimler meşru olmayan bir şiddet uygularsa uygulasın, insanların ona karşı hukuki, meşru direnme hakkı (right of resistance) vardır. İnsanların meşru olmayan şiddet uygulamalarına karşı yalnızca direnme hakları değil, hayatlarını tehdit eden durumlarda nefsi müdafaa, yani saldırganı öldürme hakları da vardır. Çünkü böyle bir halde insanların, güvenlik için herhangi bir hukuki mercie başvurma imkânları yoktur ve aksi taktirde de geç kalınmış olacaktır. Hukuk, ölü cesetleri hayata döndüremez. Bu nedenledir ki doğal hukuk herkese direnme hakkını bahşetmiştir.
Acaba meşru bir siyasi otorite altındayken, herhangi bir insan, kendisini hukuk harici bir muameleye maruz kalmış hissederse onun da direnme hakkı (right of resistance) var mıdır? Locke, böyle bir hakkın, tüm sivil toplumların, devletlerin bozulup devrilmesine ve siyasal düzenin yerini, anarşi ve karışıklığın (anarchy / confusion) almasına yol açacağı kanaatindedir. Anarşi ifadesini Locke, popüler anlayışta olduğu gibi kargaşayla eş anlamda kullanmaktadır. Ona göre, adil ve meşru olmayan baskılara elbette karşı çıkılıp direnilebilir ancak bu eylem, meşru yönetim çerçevesinde olacağı için yalnızca bir sivil itaatsizliktir. Sivil itaatsizlikse siyasal düzene karşı bir tehlike ve karışıklık hali de değildir. Meşru yönetimlere rağmen anarşi çıkarmak, hem insanların hem de Tanrı’nın kınamasını hak eder. Bir devlette, resmi görevlilere veya komisyonların illegal uygulamalarına karşı çıkılması politik toplumun yıkılacağı ya da karışıklığa düşüleceği anlamına gelmez. Hayatın tehlikeye düşmeyeceği durumlarda hukuka başvurmak gerekir, çünkü telafi imkânı vardır. Devlet, illegal uygulamalara tevessül edenleri cezalandırdığı taktirde de muhtemelen bu tür uygulamalar bir daha gerçekleşmeyecektir. Kaldı ki hukuku muhafaza ve emniyeti temin için devletin inşa edildiği tarzındaki doktrin, esas itibarıyla isyanların ya da darbelerin gerçekleşmesini engellemeye yönelik bir cevaptır. Bir misal vermek gerekirse, halkın rızasına ve sözleşmelerine dayanmayan Suriye’deki diktatöryal azınlık yönetimine karşı sivil insanlar tarafından yürütülmeye çalışılan mücadele bir direnme hakkı (right of resistance) eylemidir.
Bu perspektiften bakıldığında; açıktır ki sivil itaatsizlik eylemleri, meşru sistem içerisinde gerçekleştirilebilecek türden eylemler olup, darbeyle tesis edilmeye çalışılan gayrimeşru otoriteye karşı takınılabilecek bir tavır değildir. Gayrimeşru otoritelerin sivil itaatsizlik eylemlerine yönelik katliam yaptığı ortadadır. Gayrimeşru otorite karşısında yapılması gereken ya nefsi müdafaa kabilinden direnme hakkını kullanmak, gayrı meşru şiddete karşı meşru şiddetle cevap vermek ya da şayet sonuç alınamayacağı düşünülüyorsa meşru da olsa şiddetten de sivil itaatsizlikten de uzak durup, toplumun yüzde 60-70’ini teşkil edinceye kadar sabretmek ve uzun vadeli de olsa başta silahlı kuvvetler olmak üzere toplumsal yapıyı hukuk devleti idealleri istikametinde dönüştürmeye çalışmaktır…