Aydınlanma (İngilizce: Enlightenment, Fransızca: Eclaircissement, Almanca: Aufklarung); en genel anlamıyla insanın hayatı ve varlığı rasyonel zeminde anlamlandırmaya çalışmasını, inançtan veya vahiyden bağımsız akılcılıkla yönetilme arzusunu, geleneksel aristokratik yapıya karşı özgürlük, eşitlik ve refah arayışını, seküler, pozitivist, materyalist, bilimsel bir dünya görüşünü, eğitimle ilerleme konusunda iyimser olmayı ve ahlak hususunda da faydacı yaklaşımı ifade eder. Aydınlanma düşüncesi İngiliz düşünür John Locke’un, Essay Concerning Human Understanding (İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme) ve Two Treatises on Government (Hükümet Üzerine İki İnceleme) adlı kitaplarıyla başlatılabilir ise de belki de en parlak dönemi Voltaire, Diderot, De’lambert, Montesquieu, Rousseau gibi Kilise karşıtı Encyclopedi yazarlarıyla öne çıkan Fransız felsefesidir. Akımın bilançosunu çıkaran en önemli düşünür de Almanya’dan Immanuel Kant’tır. Bir dönemlendirme yapılacaksa ilk dönemi John Locke; ikinci dönem Ansiklopedistler; üçüncü dönemi de Immanuel Kant’tır…
John Locke için epistemolojik problemler, toplumsal-siyasal meşruiyetin otoritesinin potansiyel alanıyla doğrudan bağlantılıdır. Dolayısıyla meşru toplumsal-siyasal yapıyı inşa edebilmek için konuyla alakalı ileri sürülen her türlü bilginin doğruluğunun, kaynağının ve kriterinin sorgulanması gerekir. Locke, bilgi teorisinin ilk felsefi eseri kabul edilen Essay Concerning Human Understanding (İnsan Zihni Üzerine Bir Deneme) adlı çalışmasını bu motivasyonla kaleme almıştır. Locke’a göre insan, tüm bilgisini tecrübe vasıtasıyla edinir. İnsan zihninde a priori olarak mevcut hiçbir bilgi yoktur. Eğer tecrübe öncesi böyle bir bilgi mevcut olsaydı, mantığın temel prensipleri olan özdeşlik, çelişmezlik ve üçüncü halin imkânsızlığı prensipleri küçük çocuklarda da zihinsel özürlü kimselerde de olurdu. Zihin başlangıçta bir “tabula rasa”dır, yani üzerine hiçbir şey yazılmamış boş bir levhadır. Bunun aksini iddia etmek, yani kavramların doğuştan ruhta mevcut olduğunu söylemek, sonra da ruhun bunları bilmediğini savunmak, idraki sırf yokluk derecesine indirmektir. Bazı hakikatlerin üzerinde bütün insanların uyuşmuş olmaları, bunların insan zihninde doğuştan var olduğunu ispat etmez. Zira bilginin yegâne kaynağı tecrübe, deneydir. Locke, tecrübe-deneyi, dış duyum (sensation) ve iç duyum (reflection) olmak üzere ikiye ayırır. Dış duyumun konusu, zihnin haricindeki algılanabilen nesnelerdir. İç duyumun konusu ise zihnin içinde olup bitenlerdir. İç duyum ile zihindeki durumlar ve etkinlikler, dış duyum ile de zihnin dışındaki nesnelerin etkileri kavranılır. Nesnel olarak algılanamayan şeylerin, mesela ruhun ve Tanrı’nın bilgisi iç duyumdan edinilen manevî niteliklerin genişletilmesi, yüceltmesiyle kavranılır. Sonuç itibarıyla bilgi; dış duyumla elde edilen verilerin iç duyumla düşüncelere, fikirlere dönüştürülmesiyle oluşur. Bir başka ifadeyle bilgi, fikirler arasında bulunan bağlılık ve uygunluğun ya da zıtlık ve uyuşmazlığın idrakinden başka bir şey değildir. Bu nedenle doğru bilgi de kuşkusuz, objesine uygun olan değil, fikirlerin (tasarımların) kendi aralarında birbirlerine uygun olmasıdır. Doğruluk ya da doğru bilgi, tasarımların birbirlerine uygun bir biçimde bağlanmasıdır. Tasarımların bağlantılarını Locke, sezgisel ve çıkarımsal olmak üzere iki kategoriye ayırır. Dolayısıyla, bilgi, sezgisel ve çıkarımsal olmak üzere iki türlüdür. İnsanın kendi varlığını bilmesi sezgiseldir. Çıkarımsal bilgi ise tasarımlar arasındaki uygunluk ile uygunsuzluğun bu tasarımların doğrudan doğruya kendilerinden değil de ancak başka tasarımların aracılığıyla kavranmasıdır. Çıkarımsal bilgi için akıl yürütmeler, kanıtlamalar yapmak gerektir. Sezgi ve çıkarıma dayanmayan kabuller, ne denli güvenilir kabul edilmiş olursa olsun ya inanç ya da kanı olabilir; bilgi olamaz. Worcester Piskoposu Edwards Stillingfleet, Locke’un An Essay Concerning Human Understanding adlı eserinin ortodoks Hristiyanlığa aykırı olduğunu ileri sürer. Stillingfleet, Discourse in Vindicatons of the Doctrine Trinity adlı eserinde Locke’un An Essay Concerning Human Understanding kitabındaki epistemolojik anlayışın, Anti-Trinitarian harekete katkıda bulunduğunu belirtir. Daha sonra da şu iddiada bulunur: Locke’un yeni düşünce yolu, Hıristiyan geleneğine ait bilginin doğası tanımını kökten yok etmektedir… Bu münakaşalardan ötürü, Locke’un teolojik düşünceleri, dönemi itibarıyla hep heterodoks deism biçiminde değerlendirilmiştir. Mesela, İrlandalı John Toland’ın 1696’da yayınlanan Christianity Not Mysterious adlı eserinde, Locke’un maksadının “revelation” (ilahi iradenin insanla iletişimi) ihtiyacını ortadan kaldırmak olduğu ve hem bilgi tanımının hem de Essay’in epistemolojik şemasının buna yol açtığı ileri sürülmüştür.
Locke, doğru bilgi üzerine istinat edecek meşru siyasal düzenin nasıl temellendirileceği hususunu da Two Treatises of Government adlı eserinde irdeler. Kitap; 1588-1653 yılları arasında yaşamış olan mutlak-monarşinin, ilk teorisyenlerinden Robert Filmer’in 1680 yılında yayınlanan Patriarcha adlı incelemesine bir eleştiri mahiyetinde kaleme alınmıştır. Devleti bir aile ve kralı da ailenin babası olarak gören Filmer, görüşlerini Kitabı Mukaddese dayandırarak, baba otoritesine boyun eğmenin, siyasal yükümlülüğün gereği olduğunu anlatıyordu. Filmer; toplumların yöneticileri konumunda bulunan şahısların, insanlığın atası, ilk insan ve ilk mutlak monark olan Adem’in varisleri olduklarını, mutlak otoritenin ilahi ve doğal bir hak olarak Tanrı tarafından onlara bahşedildiğini, buna karşılık yöneticiler haricindeki insanların ise özgür doğmadıklarını, onlar için hayatın ve bir nevi köleliğin birlikte başladığını ve bu durumun da değiştirilemeyeceğini, yani yöneticilerin doğal hakları haricinde, insanların doğal haklarından bahsedilemeyeceğini, bir anlamda insanların doğal olarak kralların ya da padişahların köleleri olduklarını, bütün devletlerin de bu nedenle mutlak-monarşik bir form taşıdıklarını savunuyordu. Locke’a göre bu tür ifadeler, temellendirilmesi mümkün olmayan, içi boş kelimelerden ibarettir. Şöyle ki Tanrı, Adem’e kendi soyu, çocukları ya da insanlar üzerine tahakküm kurmak üzere doğrudan doğruya bir yetki vermemiştir. Dolayısıyla ilk yaratılan olmasından kaynaklanan bir imtiyazla monarklık ya da hükümdarlık yapamaz. Egemenlik hakkı, tüm insanoğlunun müşterek hakkıdır. Bu iddialar Kitabı Mukaddes’e de akla da aykırıdır. Tanrı, her şeyin efendisi ve maliki ise de hiç kimseye diğerlerinin aleyhine olacak şekilde dünyanın efendiliğini veya sahipliğini vermez. Egemenlik hakkı, yalnızca insanların kendi aralarında yapacakları anlaşmayla, sözleşmeyle (compact) mümkündür. Sözleşmeyle tespit edilen kurallar, insanın özgürlüğü oranında, hayatın muhafazası ve insanların ihtiyaçlarının temini yönünde çalışmanın bir vesilesi olacağı gibi egemenliğin temelini (foundation of sovereignity) de teşkil edecektir. Kaldı ki siyasi otorite, yalnızca kamunun iyiliği için kanun koyma hakkına sahip olmaktan ibaret olup, varlık sebebi de insanların hayat, hürriyet ve mülkiyet gibi, temel ve doğal haklarının (life, liberty, estate: property) düzenlenmesi, korunması ve ülkenin yabancılardan gelebilecek tehlikelere karşı savunulmasından başka bir şey değildir. Zaten sivil toplum, doğa durumunda yaşayan insanların toplum halinde birleşip, halk (people) olmaya ve üst bir otorite (government) altında politik bir bütün oluşturmaya karar verdiklerinde ortaya çıkar. Söz konusu politik bütün, sınırlı bir devlet olup, herkesi temsil eder ve meşruiyetin temeli de budur. Mutlak ya da keyfi yönetimler, meşru devlet formları değildir. Rıza ve hukuki yönetim, meşruiyetin zorunlu şartlarıdır. İnsanlar özgürce devleti kurarak veya yöneticileri seçerek ya da en azından hukuku oluşturarak, doğrudan ya da temsilcileri vasıtasıyla rızalarını beyan ederler. Rızaları olmaksızın, insanların temel ve doğal hakları üzerinde hiçbir güç tasarrufta bulunamaz.
John Locke’un epistemolojisini ve siyasi düşüncelerini hareket noktası şeklinde benimseyen Fransız Ansiklopedistler, şüphe yok ki Fransız Devriminin düşünsel önderleri olarak Aydınlanmanın yaygınlaştırılması hususunda Locke’tan çok daha fazla etkili olmuşlardır. Yalnızca egemen Kiliseyi değil, bir bütün halinde tüm inançları ve geleneği hedef alan Voltaire’in ünlü “ecrazes l’infame” sözü, aklın yegâne ölçüye dönüştürüleceğinin en açık nişanesidir. Bu açıdan bakıldığında; Fransız Aydınlanmasını teşkil eden ana öge bütüncül bir din eleştirisi ve kadim rejimlerin (mutlak monarşilerin) siyasal yapısına bir tepkidir. Ansiklopedistler için ortak temayül, dinin kurumsal işleyişinin toplumsal problemlerin temel nedeni olduğu ve bunun da siyasal yapıdaki bozukluklara yol açtığıdır. Bütün bu sorunlardan kurtulmayı sağlayabilecek tek bir faktör vardır o da akıldır. Akıl; yalnızca Aristokratlara ve Ruhanlara ait bir ayrıcalık değil, kolektif hedeflere ulaşmayı sağlayan, bütün fertlere ait bir kabiliyet, fonksiyonel bir araçtır. İnsanları ve toplumları maruz kaldıkları problemlerden kurtarabilecek çarenin kaynağı da yalnızca akıl ve akıllarını kullanmasını bilen aydınların despotizmidir. Akıl; fenomenlerin ötesindeki hakikate ulaştırabilecek, doğanın ve sosyal hayatın işleyişine dair yasaları keşfedebilecek, insan ilişkilerinin olması gereken formunu ortaya koyabilecek ve bu sayede de insanlığın ilerleyişi için lazım gelen şartları yaratabilecek yegâne kılavuzdur. Fransız Aydınlanmasının dine bakışında belirleyici olan, materyalist ve ateist yaklaşımlardan ziyade Voltaire’de savunusunu bulan deizm yaklaşımıdır. Deizmin amentüsü şudur: 1- Mutlak yaratıcı bir Tanrı vardır. 2- Tanrı’ya ibadetten kasıt, vicdana dayalı erdemli davranıştır. 3- İnsan, erdem dışı davranışlarından pişmanlık duymalı ve Tanrı’dan af dilemelidir. 4- iyilik ve kötülük hem bu dünyada hem de öbür dünyada karşılığını görecektir. 5- Bu maddelerin haricinde din diye ileri sürülen her şey ruhbanların uydurmalarıdır… Deist harekete göre, Tanrı, insana aklı bahşetmekle ona her yerde doğruyla yanlışı ayırt edecek doğal dinin ne olduğunu göstermiştir. Tanrı, yaratmasına insanı müdahale ettirmediği gibi mesajını da asla ona (cahil insana) emanet etmez. dolayısıyla bir dinden bahsedilecekse o, doğal dindir. Fransız Aydınlanma düşüncesinin ayırt edici niteliklerinden bir diğeri de ilerleme hedefine yapılan vurgudur. İlerleme ideali, tarihin evrensel tarih olarak kurgulanması ve bu kurgu çerçevesinde tekil insan türünün kültürel kazanımlarının yükselişinin bilimsel gelişme fikrine endeksli olarak değerlendirilmesidir. Tabiatıyla bu ilerleme fikri yalnızca ekonomik ya da teknik bir durum olarak değil, aynı zamanda eşitliğin ve özgürlüğün gelişimini de kapsamaktadır. İlerleme; aklın kullanımının yaygınlık kazanmasıyla birlikte insanlara daha mutlu ve daha medeni bir hayatı vaad etmektedir…
Immanuel Kant‘a göreyse Aydınlanma: “İnsanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür. Bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanma kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. Aklını, kendin kullanma cesaretini göster, sözü imdi Aydınlanmanın parolasıdır.” “Doğa insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki insanların çoğu bütün hayatları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar ve aynı nedenledir ki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğim sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir. Bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini, lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler (vasiler, otokrat yöneticiler) insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan da geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip, aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar, sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekte büyük sayılmaz. Çünkü birkaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir. Ne var ki bu türden bir örnek, insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar. Demek oluyor ki her birey için neredeyse ikinci bir tabiat yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür.” “Oysa aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez ve bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan, çekinmeden kitlelerin önünde apaçık olarak kullanma özgürlüğü.”
Sonuç formunda yinelemek gerekirse Aydınlanma; insanın hayatı ve varlığı rasyonel zeminde anlamlandırmaya çalışmasını, inançtan veya vahiyden bağımsız akılcılıkla yönetilme arzusunu, geleneksel aristokratik yapıya karşı özgürlük, eşitlik ve refah arayışını, seküler, pozitivist, materyalist, bilimsel bir dünya görüşünü, eğitimle ilerleme konusunda iyimser olmayı ve ahlak hususunda da faydacı yaklaşımı ifade eder. Türkiye’ye yansımalarına gelince: Maalesef Türkiye’de Aydınlanma, ne Locke örneğindeki gibi rasyonel-ampirik bilgi ve bu bilgiye endeksli hukuk devleti, rızaya dayalı yönetim şeklinde, ne de Kant vari insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanması şeklinde olmuştur. Sadece ve sadece kötü örnek, din karşıtı, aydın despotizmi, Fransız modeli tarzında olmuştur… Tabiatıyla bu da Türkiye’ye ne özgürlük, ne eşitlik, ne ekonomik refah, ne de hukuk devleti getirebilmiştir…