Farklı dillerin (lisanların) nasıl ortaya çıktığına dair teorik tartışmalar bir tarafa, geleneksel ya da kültürel “kimlikler”in ve “değerler”in yegâne taşıyıcısının dil olduğu inkâr edilemez… Diller için, düşünülebilen ya da algılanabilen şeylerin tasavvurlarından ibaret kavramlar yığını değil; anlamlı, kanlı, canlı birer organizmadırlar demek, yanlış olmasa gerektir… Rahmetli, Cemil MERİÇ, “Bir milletin kamusu, o milletin namusudur” dediğinde galiba bu hakikate işaret etmekteydi… Epistemolojik, ekonomik, politik ve kültürel değişimler sonucu Avrupa’da inşa edilen yeni hayat tarzı modernitenin siyasal örgütlenmesini tanımlayan ulus-devlet modelinin, on dokuzuncu yüzyıl itibarıyla niçin “tekil dil” dayattığını ve bu dayatmanın arka planında yatan sebepleri kavramak, dilin ehemmiyetinin anlaşılması için elzemdir…
Fransız Devrimi’yle kendini gösteren ulus-devletin savunduğu din-dışı yeni değerler; “sermaye”nin “işletme”nin ve “yönetim”in “tekel”ini içeren kapitalizm tarafından yaratıldığı için insanların da tekleşmesini, homojenleştirilmesini gerektiriyordu ve çözüm “tekil dil” uygulamasında bulunmuştu… Açıktır ki insanlar tekleşmediği, homojenleştirilmediği taktirde tek-elden üretilen tek-tip mallar tüketilemezdi ve yönetimin tek-eline de itaatleri sağlanamazdı… Tek dil uygulamasının da mümkün iki yolu vardı… Birincisi, eğitim-öğretimi tekelleştirmek… İkincisi de ulus-devletin dili olması istenen dilin haricindeki diğer dilleri yasaklamak… Geleneksel eğitim-öğretimin ortadan kaldırılıp yerine ulusal, kitlesel ve resmi eğitim-öğretimin icadı bir tekeldi ve insanları homojenleştirmenin de temel dinamosuydu… Şüphesiz bütün eğitim-öğretim anlayışları, muayyen bir insan tipini oluşturmak üzere yola çıkarlar. Eğitim-öğretime yönelik teorilerin ayrımı hangi açıdan yapılırsa yapılsın, temel belirleyici unsur, insan kavramına yüklenilen muayyen anlamdadır… Modern kültürün üreten ve tüketen homo-ekonomikusunu ve ulus-devletin yönetim tek-eline itaat eden yurttaşını yetiştirmek için icat edilen resmi, ulusal ve kitlesel eğitim-öğretim anlayışı, eğitim-öğretimin muayyen bir insan profili ekseninde nasıl gerçekleştirildiğinin tipik bir göstergesidir.
Ne var ki tekil dil uygulaması, ulus-devletin bir taraftan en önemli payandası idiyse de öbür taraftan da en önemli handikapıydı… Şöyle ki ulus-devletin tekil dili olması istenen dilin haricindeki diğer dillerin yasaklanması her zaman başarılı olamadığı gibi zaman zaman da ulus-devletin istikrarsızlaşmasına yol açabilmektedir… Mesela; devrim sonrası Fransa’da başlatılan ulus-devletin “tekil dil” uygulaması Breton dilini yok etmiş, Fransızcayı dominant kılmışsa da İspanya’daki uygulama, Bask dilini yok edememiş, aksine ulus-devletin istikrarsızlaşmasına ve ayrılıkçı hareketlere sebep olmuştur… Öte yandan, ulus-devletin diliyle muayyen bir etnisitenin aynileştirilmesi de yine bir istikrarsızlık sebebi olabilmektedir… Madem, tekilleştirilen muayyen bir dilin ve muayyen bir etnisitenin ulus-devlet olmaya hakkı vardır, diğerlerinin niçin kendi ulus-devletleri olmasın, sualinin ikna edici bir cevabını bulmak kolay değildir… Bu türlü problemlerin çözümü hayli zor olduğu gibi, mesele ahlakî açıdan da bir hayli sorunludur… Tekil dil uygulaması, şayet bir ahlak olarak kabul edilecekse sadece ve sadece “modern ahlak anlayışı utiliteryen, pragmatik anlayış” ile telif edilebilmektedir ki o da aslında bir manipülasyondan ibarettir… Ahlakın; olabildiğince çok insanın olabildiğince çok faydasının ya da mutluluğunun temini, şeklinde tanımlanması, realize edilmesi imkânsız bir paradokstur… Çünkü individüalist insanlardan, solidarist olmalarını beklemek eşyanın doğasına aykırıdır… Bireysel çıkarlarını ön planda tutan bir insan, başkalarını ya da bir bütün olarak toplumun çıkarlarını gözetebilir mi??? Böyle bir beklentinin absürt olduğunu, modern hayat, kendi tarihi boyunca daima gözler önüne sermiştir… Dolayısıyla; Avrupa ülkeleri yaşamış oldukları tarihî tecrübelerden şöyle ya da böyle ders çıkararak, on dokuzuncu yüzyıldaki tekil dil uygulamasından yaklaşık yüzyıl sonra vazgeçmeye karar vermişlerdir…
Avrupa Konseyi’nde Şubat 1995′te imzaya açılan, Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı, Mart 1998’de yürürlüğe girmiştir. Bugüne dek 24 ülke tarafından imzalanan Şart 11 ülkede uygulanmaktadır. Sözleşmenin önsözünde şöyle denilmektedir:
“İş bu Şart’ı imzalayan Avrupa Konseyi üyesi devletler, Avrupa Konseyi’nin amacının üyeleri arasında, ortak mirasları olan ideal ve ilkeleri güvence altına almak ve gerçekleştirmek için daha ileri bir birlik sağlamak olduğunu düşünerek; bir kısmı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan Avrupa’nın tarihi bölgesel veya azınlık dillerinin; Avrupa’nın kültürel zenginliğine ve geleneklerinin sürdürülüp geliştirilmesine katkıda bulunduğunu düşünerek; özel ve kamusal hayatta bölgesel veya azınlık dilleri kullanma hakkının; Birleşmiş Milletler Yurttaşlık ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde yer alan ilkelere ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi’nin ruhuna uygun olan inkâr edilemez bir hak olduğunu düşünerek; AGİT bünyesinde yürütülen çalışmaları, özellikle 1975 Helsinki Nihai Senedi’ni ve 1990 Kopenhag Toplantısı belgelerini dikkate alarak; kültürlerarası bağların ve çok dilliliğin değerini vurgulayarak ve bölgesel veya azınlık dillerinin korunmasının ve teşvik edilmesinin, resmi dillere ve resmi dilleri öğrenme ihtiyacına zarar vermemesi gerektiğini düşünerek; Avrupa’nın farklı ülkelerinde ve bölgelerinde, bölgesel veya azınlık dillerinin desteklenmesi ve korunmasının, ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğü çerçevesinde kültürel çeşitlilik ve demokrasi ilkelerine dayalı bir Avrupa inşa etmeye önemli katkıları olacağını fark ederek; Avrupa devletlerinin farklı bölgelerinde özel koşullar ve tarihi gelenekler olduğunu dikkate alarak; aşağıdaki şekilde anlaşmaya vardılar:
Madde 8 – Eğitim
1.Eğitim ile ilgili olarak taraflar, bu dillerin kullanıldığı topraklarda, bu dillerin her birinin durumuna bağlı olarak ve devletin resmi dil(ler)inin öğretilmesi hakkına halel getirmemek koşuluyla şunları taahhüt ederler;
A: 1. ilgili bölgesel veya azınlık dillerinde okul öncesi eğitim sağlamak veya
2. okul öncesi eğitimin önemli bir bölümünü ilgili bölgesel veya azınlık dillerinde sağlamak veya
3. yukarıdaki 1 ve 2’de belirtilenleri en azından ailesi bu talepte bulunan ve sayıca yeterli oldukları düşünülen öğrencilere uygulamak veya 4. kamu kurumları okul öncesi eğitim konusunda yetersiz iseler yukarıdaki 1’den 3’e kadar bahsedilen önlemlerin alınmasını desteklemek ve/veya teşvik etmek;
B: 1. ilgili bölgesel veya azınlık dillerinde ilkokul eğitimi sağlamak veya 2. ilkokul eğitiminin önemli bir kısmını ilgili bölgesel veya azınlık dillerde sağlamak veya 3. ilgili bölgesel veya azınlık dillerin, ilköğretim müfredatının ayrılmaz bir parçası olarak öğretilmesini sağlamak veya
4. yukarıdaki 1’den 3’e kadar verilen önlemleri en azından ailesi bu talepte bulunan ve sayılarının yeterli olduğu düşünülen öğrencilere uygulamak;
C: 1. ilgili bölgesel veya azınlık dillerinde ortaöğrenim sağlamak veya 2. ortaöğrenimin önemli bir kısmını ilgili bölgesel veya azınlık dillerde sağlamak veya 3. ilgili bölgesel veya azınlık dillerin, ortaöğrenim müfredatının ayrılmaz bir parçası olarak öğretilmesini sağlamak veya 4. yukarıdaki 1’den 3’e kadar verilen önlemleri en azından ailesi bu talepte bulunan ve sayılarının yeterli olduğu düşünülen öğrencilere uygulamak;
D: 1. ilgili bölgesel veya azınlık dillerinde mesleki ve teknik eğitim sağlamak veya 2. mesleki ve teknik eğitimin önemli bir kısmını ilgili bölgesel veya azınlık dillerde sağlamak veya 3. ilgili bölgesel veya azınlık dillerin, mesleki ve teknik eğitim içinde müfredatın ayrılmaz bir parçası olarak öğretilmesini sağlamak veya 4. yukarıdaki 1’den 3’e kadar verilen önlemleri en azından ailesi bu talepte bulunan ve sayılarının yeterli olduğu düşünülen öğrencilere uygulamak;
E: 1. bölgesel veya azınlık dillerde üniversite öğrenimini ya da diğer yükseköğrenimi mümkün kılmak veya 2. bu dillerin üniversitede ve yükseköğrenimde ders olarak görülebilmelerini sağlamak veya 3. eğer devletin yükseköğrenim kurumlarındaki rolü ile ilgili bir nedenle 1 ve 2 alt paragrafları uygulanamıyorsa bölgesel veya azınlık dillerde üniversite ya da diğer yükseköğrenim kurumları açılmasına veya bu dillerin üniversitelerde veya yüksekokullarda ders olarak okutulmasına destek vermek ve/veya izin vermek;
F: 1.tamamen ya da büyük kısmı bölgesel veya azınlık dillerde verilen, yetişkinlere yönelik kurslar ve sürekli eğitim kursları sağlanmasını düzenlemek veya 2. bu dilleri yetişkinlere yönelik kurslarda ya da sürekli eğitim kurslarında ders olarak vermek veya 3. kamu kurumları yetişkin eğitimi konusunda kendileri uzman değil ise bu dillerin yetişkin kursları ya da sürekli eğitim dersi olarak verilmesini desteklemek ve/veya teşvik etmek;
G: Bölgesel veya azınlık dil tarafından yansıtılan kültürün ve tarihin öğretilmesini sağlayacak düzenlemeler yapmak;
H: A’dan G’ye kadar olan paragraflardan tarafça kabul edilenleri uygulamaya koyacak öğretmenlere temel ve ileri eğitim sağlanması; 1. bölgesel veya azınlık dillerin öğretilmesini sağlamak veya geliştirmek konusunda alınan önlemleri ve gösterilen başarıyı izlemek için ve kamuoyuna açıklanmak üzere bulgularını periyodik raporlarda yayınlamak için üst kuruluş ya da kuruluşlar kurmak.
2. Eğitimle ilgili olarak, bölgesel veya azınlık dillerin geleneksel olarak konuşulduğu yerler dışında taraflar, bölgesel veya azınlık dillerini kullananların sayısını mazur gösterirse eğitimin tüm basamaklarında bölgesel veya azınlık dillerde eğitim yapılmasını sağlar, teşvik eder veya izin verir.”
Türkiye; Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı’nı henüz imzalamamıştır… Henüz imzalamamıştır ama AB’ye katılım müzakereleri çerçevesinde bugün ya da yarın imzalamak zorunda kalacaktır… Ancak mesele yalnızca AB’ye katılımla sınırlı da değildir… Meselenin Türkiye’nin tarihî, dinî, ahlakî değerleriyle ilgili boyutları da vardır. Yapılması gereken bir şey, AB istiyor diye değil; asıl, Türkiye’nin tarihî, dinî, ahlakî değerleri gerektiriyor diye yapılmalıdır… Acaba Türkiye niçin hukuk ihlalleriyle malûl bir ülke görünümünü kabullenmekte ya da bu görüntüden kurtulamamaktadır??? Şüphe yok ki mevzu Türkiye’nin Batılılaşma serüveniyle alakalıdır… Niçin, Batılılaşma diyorum da modernleşme demiyorum, çünkü modernleşme şöyle ya da böyle rasyonelleşme iken, Batılılaşma yalnızca görsel bir benzeşmedir. Görsel benzeşme ise ne yazık ki rasyonelleşmeyi içermemektedir… Dilde devrim yapıyoruz deyip de koskoca bir medeniyet dilini imha operasyonuna rasyonel denilebilir mi???
Ziya Gökalp’in “Lisan” şiiriyle (Güzel dil Türkçe bize / Başka dil gece bize / İstanbul konuşması / En saf, en ince bize) ortaya konulan “Öz Türkçe” idealinin ya da dili devirme operasyonunun sonuçları korkunçtur… Milleti; mensubu olduğu medeniyetten koparmak için gerçekleştirilen Lâtin alfabesinin kabulü (1928) ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulması (1932) sonrası başlatılan Türkçeyi yabancı kelimelerden arındırma operasyonu sonucu binlerce kelime yasaklanmış, geriye kala kala 3.175 kelimeden ibaret bir “Öz Türkçe” sözlük kalmıştır… Absürt, Güneş Dil Teorisi ile savunulmaya çalışılan bu işlem, Osmanlı bakiyesi yükseköğretim kurumu Darülfünun hocaları nezdinde kabul görmeyince, hem Darülfünun kapatılmış hem de hocaların görevine son verilerek 1935 sonrası Üniversite adı altında açılan yükseköğretim kurumlarında (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde) hayata geçirilmiştir… Güneş Dil Teorisi’ne göre: “İlk insan Türk’tür! İlk lisan Türkçedir ve dünyadaki bütün diller Türkçeden doğmuşlardır!” Darülfünun’un kapatılması sonrası, siyasi kararlarla profesör yapılan zevat tarafından, Mustafa Kemal Atatürk’ün emriyle Güneş Dil Teorisi hem ispatlanmaya hem de üniversitelerde öğretilmeye çalışılmıştır. Mesela; Konya milletvekili Prof. Dr. Naim Nazım Onat, Arapçanın, Türkçeden doğduğuna dair 450 sayfalık bir “eser” yazmıştır… Mustafa Kemal Atatürk öldükten sonra, Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü, Güneş Dil Teorisi’ni üniversitelerde okutma işini yasaklatmış ve teori de böylelikle rafa kaldırılmıştır… Dil devriminin ulaştığı noktayı Orhan Veli’nin şu mısraları ne kadar da güzel anlatmaktadır: “Düşünme/ Arzu et sade/ Bak böcekler de öyle yapıyor”… 3.175 kelime ile entelektüel olunacak değil ya olunsa olunsa böcekler gibi sadece arzu eden olunur herhalde !?
Değerli araştırmacı S. Nişanyan; YANLIŞ CUMHURİYET adlı kitabında, “Dil devrimi, Türk dilini geliştirmiş veya zenginleştirmiş midir?” sualini, isabetle şöyle cevaplandırmaktadır: “Türkçe yazı dilinin dil devriminden bu yana katastrofal bir fakirleşme içine girdiği, Osmanlı Türkçesine az çok aşina olan herkesin bildiği bir gerçektir. Fakirleşmenin objektif boyutlarını nasıl saptayabiliriz? Sözlükler bu konuda ipucu sağlayacaktır. Örneğin Ferit Devellioğlu‘nun Osmanlıca-Türkçe Sözlük‘ü, yaklaşık 60,000 madde başlığı içermektedir. Bunlar, yirminci yüzyıl başlarında kültürlü bir Türkün kelime hazinesine dahil oldukları halde bugünkü Türkçe kullanımdan hemen hemen bütünüyle düşmüş olan sözcük ve terkiplerdir. Daha eski divan edebiyatının uç örneklerine sözlükte genellikle yer verilmemiştir. Türkçe köklerden Farsça ve Arapça kurallarla türetilmiş kelimeler de sözlükte yoktur. Arapça ve Farsça dışında, örneğin Türkçe veya Rumca, İtalyanca, Slavca gibi köklerden türeyip, yazı dilinden çok konuşma diline ait olan ve bugün unutulmuş bulunan kelimelere de sözlükte rastlanmamaktadır. Buna karşılık dil devrimi sonrası hazırlanan; Ali Püsküllüoğlu‘nun “Öztürkçe Sözlük”ünün 1975′te yapılan dördüncü baskısının içerdiği kelime sayısı, (uydurulanlarla birlikte) 4,600‘dür. Sözlükte gereksiz yer kaplayan 1,500 kadar son takılı türevleri de çıkarırsak, dil devriminin sonuçlarını şöyle özetleyebiliriz: Türk dilinden yaklaşık 60,000 kelime atılmış, yerine 3,100 kadar yeni kelime (atılanın % 5′i) konmuştur. Yüzyıl başında kültür dilinde bulunan 83,400 civarında kelime yerine, bugünkü yazı Türkçesi en çok 26,500 kelimeye sahiptir. Bir başka deyimle, Türkçe yazı dili en az %68.2 oranında fakirleşmiştir… Öyle görülüyor ki Türk toplumunun son 60-70 yılda yazı dili alanında yaşadığı gerileme, örneğin müzik, mimari, şehircilik ve yemek alanlarındaki, çok yakından tanıdığımız fakirleşme ve yozlaşmadan daha hafif olmamıştır. Dildeki fakirleşmeyi ötekilerden bir bakıma daha korkunç ve anlaşılmaz kılan şey ise bunun, devlet eliyle icra edilmiş olması ve Türk aydınlarının büyük bir kısmının da coşku ve tezahüratları arasında gerçekleşmiş bulunmasıdır.”
Bu değerlendirmeler ışığında şöyle bir suali sormak herhalde yanlış olmayacaktır: Resmi dil ilan ettiği Türkçe’ye bunları yapan bir devlet, diğer dilleri yasaklamışsa gariplik bunun neresinde??? Gariplik; tek parti diktatörlüğünün ve tek parti zihniyetinin yok olmaya yüz tuttuğu bu dönemde, tek parti diktatörlüğü ve tek parti zihniyeti kalıntılarının halâ sürdürülmeye çalışılmasıdır (hem de tek parti diktatörlüğü ve tek parti zihniyeti karşıtlarınca)… O halde ne yapılmalı??? Yapılması gereken; Türkiye’de yaşayan etnisitelere ait (Kürtçe, Lazca, Çerkezce, Rumca, Ermenice, vd.) tüm dillerin eğitim-öğretim dili olarak var olmasına zemin hazırlamaktır… Açıktır ki yapılması gereken bu işlem; AB’nin de tarihin de ahlakın da dinin de rasyonalitenin de gereğidir…
İslam dünyasının yüz akı simalarından İbni Haldun (1332-1406) Mukaddime adlı eserinde anadil mevzusuna şu şekilde temas etmektedir: “Hangi ilmî sahada olursa olsun, eğitim ve öğretim için en uygun dil şüphesiz anadildir. Çünkü ister aklî ilimler söz konusu edilsin isterse naklî ilimler, hepsi soyut düşünceye dayalı yürütülen disiplinler olduklarından, talimi çok zor yapılan uğraş alanıdırlar. İlmî faaliyetlerin tabiatında var olan bu zorluğa bir de lisan zorluğu eklenirse eğitim ve öğretim son derece çetinleşecektir. İşte bundan ötürüdür ki bir toplumda ilim ve fikir hayatının var olabilmesi için anadile bağlı kalınması elzemdir.”