Felsefe terimi, Grekçe philosophia sözcüğünün Arapçalaşmış şekli olup, Türkçe’ye Arapça’dan geçmiştir. Yunanca’daki philosophia ibaresi; sophia ve philos, yani bilgelik ve sevmek kelimelerinin bir terkibidir. Felsefe tarihinin temel kaynaklarından birinin yazarı olan klasik düşünce tarihçisi Diogenes Laertius’un ifadelerine bakılırsa eskiden hakikatin bilgisi; sophia adını taşıyordu ve onu meslek edinerek zekâsını büyük bir özenle o uğurda kullananlara da sophos deniyordu. Bilgelik sevgisi anlamındaki philosophia ve bilgeliği seven anlamındaki philosophos kelimeleri ise ilk defa Pythagoras tarafından kullanılmıştır. Pythagoras’a göre Tanrı’nın dışında hiç kimse sophos değildir. İnsanlar olsa olsa philo-sophos olabilirler. Philo-sophos, sadece bilgeliğe ulaşmaya çalışan, bilgeliği seven, sophiayı bağrına basan kimsedir.
Philo-sophia terkibi, İslam filozoflarınca biraz da duygusal bir tavırla olsa gerek, hikmet sevgisi diye tercüme edilmiştir. Hikmet, bizzat İslam dininin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamber Hazreti Muhammed’in sözlerinde hayli övülmüş bir bilgidir. Onların teşviklerine istinaden, Müslümanlar arasında, bilgi ve düşünceye önem verenler için hikmet, bir üstünlük alameti sayılmış ve bilginlere ve düşünürlere, feylesof ismi yanı sıra, hâkim adı da verilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki İslam dünyasında hikmetin kapıları, akıl sahibi olan ve isteyen herkese açık tutulmuş ve bu da ilk dönemlerde felsefî düşüncenin o coğrafyada süratle yayılmasına zemin hazırlamıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki Müslümanlar hikmet deyince yalnızca felsefeyi kastetmemişlerdir. Hikmetin hem akıl ve duyularla elde edilen bilgi ile hem de duyular üstü idrakle ilgisi vardır. Hikmet kavramına yüklenilen anlamlar genel olarak şöyledir:
• Eşyanın hakikatine dair, herkesin bilmediği gizli sebepler, esrar.
• Akıl ve sezgiyle tespit edilebilen, olayların arka planındaki asli nedenler.
• Söz ve eylemde olması gerekeni fark etmek ve en iyide mutabakat.
• Hakkı hak bilip imtisal etmek, batılı batıl bilip ictinab etmek.
• Hakikate dair, nübüvvet dışındaki isabetli fark edişlerin adı.
• Yaratılıştaki ilahî gaye.
Philo-sophia kelimesinin etraflıca izahı, müphem ve zayıf da olsa felsefenin ne türden bir düşünce tarzı ve ne tür bir bilgi olduğuna yönelik elbette bir takım ipuçları vermektedir. Ancak, etimolojik tahliller yine de onun özünü tayin ve tespit noktasında yeterli olmamaktadır. Dolayısıyla hem kelimenin, hem de kastedilen düşünce ve bilginin mucidi olan Yunanlıların felsefeden teknik anlamda neyi kastettiklerine bakmak daha doğru olacaktır. Aristoteles’e göre; felsefe hakikatin bilgisidir. İnsanları felsefe yapmaya iten şey, öncelikle karşılaşmış oldukları pratik problemlerdir. Şüphe yok ki pratik problemler; insanları çözüm yönünde endişeye, şaşkınlığa, hayrete ve meraka sevk eder. Pratiğe dair çözümler, yavaş yavaş genişleyerek Ay’a, Güneş’e ve yıldızlara ilişkin olayları, nihayet evrenin oluşumu gibi büyük sorunları ele almaya kadar yükselir. Açıktır ki bir sorunu fark etmek ve çözüm aramaya başlamak ya da bir şeyi merak etmek ve onu kavramaya çalışmak, elbette bilgisizliği kabul etmek demektir. Nihaî noktada insanlar, işte bu bilgisizlikten kurtulmak için felsefe yapmaya yönelmişlerdir. Pek tabii böyle bir amaç da esas itibarıyla herhangi bir faydadan öte, bilgi için bilginin peşine düşmektir. Zaten, hayatın bütün ihtiyaçları ve konforu ile ilgili şeyler tatmin edildiğinde böyle bir bilgi aranmaya başlanır. Nasıl ki bir başkasının amacı için değil, kendi amacı için var olan insana özgür insan deniyorsa aynı şekilde felsefî bilgi de yegâne bağımsız, müstakil bilgi maksadıyla aranmaktadır. Bu niteliğinden ötürüdür ki haklı olarak, ona sahip olmaya insanın gücünün ötesinde bir şey gözüyle bakılmıştır. Öte yandan, “bir şeyi bilmek, o şeyin aslî nedenlerini bilmek” olduğuna göre, “Felsefe, ilk nedenlerin bilgisidir.” Aslî nedenler dört anlamda kullanılır. Birincisi formel, ikincisi maddî, üçüncüsü fail ve dördüncüsü de ereksel (gaye) nedendir. İşte felsefe, böylesi aslî nedenlerin bilgisidir.
Felsefenin ne olduğunu Rene Descartes de şu şekilde açıklar: Felsefe, bilgeliği incelemektir. Bilgelik, yalnızca pratik hayattaki ölçülülük değil, aynı zamanda hayatın korunması ve tüm sanatların yaratılması için insanın bilebildiği tüm nesnelerin tam bir bilgisidir. Bu bilginin bahsedilen nitelikleri taşıması, onun ilk nedenlerden, yani ilk ilkelerden çıkarılmasını gerektirir. Elbette ki bu bilgiyi elde etmenin öncelikli şartı, söz konusu ilkelerin tespitidir. İlkelerin tespitinin de iki şartı vardır. Birincisi, bu ilkeler öylesine açık-seçik olmalıdır ki onları kavramaya çalışan insan, onların doğruluğundan herhangi bir şüpheye kapılmasın. İkincisi, ilkeler haricinde hiçbir şey olmasa dahi ilkeler bilinebilmeli, ancak buna karşılık ilkeler var olmadığı taktirde hiçbir şey bilinememelidir. İlkelere bağlı olan şeylerin bilgisi ilkelerden çıkarılmalıdır ki yapılan dedüksiyonlar devam ettiği sürece her şey açık olsun, açık olmayan hiçbir şeyle karşılaşılmasın. Hakikatte yegâne bilge, yalnızca Tanrı’dır. Eşyanın hakikatine ilişkin tam doğruyu sadece o bilir. Ancak denilebilir ki insanlar da hakikate ilişkin az ya da çok bilgi sahibi oldukları ölçüde, az ya da çok bilge ya da filozof olabilirler. Felsefesiz yaşamak, açmayı denemeden gözü kapalı yaşamaktır. Hayatın tanzimi ve yönlendirilmesi için felsefe öğrenmek, adımların doğru atılması için gözlerin kullanılmasından çok daha gereklidir. Yalnızca hayvanlar yaşamak için besin bulmakla uğraşırlar, çünkü işleri bedenlerini korumaktır. Oysaki varlığının ana unsuru ruh olan insanların temel düşüncesi, ruhun gerçek besini olan bilgeliği aramak olmalıdır. İşte felsefe, bu bilgeliğin aranmasıdır.
Karl Jaspers de felsefe için şunları söylemektedir: Felsefe, dogmatizm tarafından kendisine ihanet edilmiş olsa da -dogmatizm kesin ve son sözünü söylemiş öğretici bilgi olma iddiasındaki düşüncedir- hakikatin aranmasıdır. Hakikat uğruna yolda olmak demektir. Felsefe, ilahî ve insanî şeylerin olmakta olanın, olmakta olan olarak bilgisi, erdemin düşünen gayreti, ilahî olana benzeme ve nihayet kapsayıcı yönüyle bilgilerin bilgisi, sanatların sanatı, bütünün bilgisidir. Hakikati düşünerek, kendi tecrübelerine bakarak kavramaktır. Ancak, her ne kadar felsefe böyle tanımlanabilir ise de değeri daima münakaşa konusu olmuştur. Ondan ya fevkalade maharetler beklenmiş ya da o, gereksiz düşünce denilerek bir tarafa bırakılmıştır. Ya nadir insanların önemli gayretleri diye ürkülerek bakılmış yahut da hayallerden ibaret lüzumsuz dırıltı olarak küçümsenmiştir. Kilisenin otoriter eğilimi, felsefeyi, insanları dinden uzaklaştırdığı, dünyeviliğe götürdüğü, hiçlikle ruhu ifsat ettiği için kötülemiştir. Politik, totaliter eğilimlerse; “Filozoflar, sadece evreni farklı faklı izah ettiler, oysaki önemli olan onu değiştirmektir.” diyerek, felsefeyi kötülemiştir. Bu iki eğilime, felsefenin pratikte pek fazla işe yaramadığı şeklindeki eleştirel bakış, insan hayatından kaynaklanan faydacılık anlayışı da ilave edilebilir. Yunanlıların ilk filozofu olarak bilinen Thales’i yıldızlı gökyüzünü tetkik ederken, kuyuya düştüğü esnada gören bir kadının, “Burnunun dibinde, bu kadar beceriksiz olduğun halde neden en uzağı araştırıyorsun?” diyerek, gülüp azarlaması faydacılığa tipik bir örnektir. Her üç düşünce tarzı da felsefeyi tehlikeli ve zararlı görmektedir, çünkü felsefe statükoyu sarsıyor, insanı kendi aklını kullanabilen bir birey-özne olmaya, dolayısıyla bağımsızlığa, isyana ve başkaldırmaya çağırıyor.
Şurası muhakkak ki felsefe hususunda herkesçe kabul edilen fonksiyonel bir tanım yoktur. Çünkü felsefeyle ilgili her fonksiyonel tanımda, onu tanımlayan kişinin kendi kültüründen kaynaklanan bireysel ve sınırlı bir anlayışın ifadesi saklıdır. Dolayısıyla herhangi bir tanım yapılacaksa onun, insanların felsefe yaparken ne yaptıklarının ve bu yaptıkları şeyin; bilim, din ve sanat gibi diğer düşünsel-inançsal çabalara girişirken yaptıkları şeyden nasıl farklılaştığının incelemesinden çıkarılması gerekir. Şüphesiz bu ifadeler, felsefeye dair genel bir çerçevenin çizilemeyeceği anlamına da gelmez. Burada kastedilen şey felsefenin, şu veya bu fonksiyonel tanımın dar çerçevesine sıkıştırılamayacak ölçülerde geniş bir hareket alanının var olduğudur. İşte bu tespiti yapabilmek için de felsefeyi, insanın diğer düşünsel-inançsal faaliyet alanları olan bilim, din ve sanat alanlarıyla kaynak ve kriter açısından mukayese etmek gerekir. Konunun sınırlarını aşmamak için ana hatlarıyla belirtilecek olursa: Bilimin kaynağı ve kriteri nesnel dünya, gerçeklik alanı iken, felsefe gerçekliğe aykırı düşmese de kendisini gerçeklik alanıyla sınırlandırmak zorunda değildir. Felsefî düşüncenin bilimler gibi, birikerek ilerleyen bir karakteri de yoktur. Yunanlı tabip Hipokrates’ten bugün çok ileride olunduğu elbette doğrudur. Ancak, Platon’a nispetle daha ileride olunduğu pek söylenemez. Kullanılan bilgilerin materyalinde ileri olunabilir fakat felsefe yapma noktasında daha ileri olunduğu şüphelidir. Felsefenin, bilimlerden farklı olarak, herkes tarafından kabul edilir olmaya ehemmiyet vermemesi onun tabiatının icabıdır. Felsefede elde edilen kesinlik, bilimlerdeki gibi, her akıl için aynı değildir. Bilimler, herkesin bilmesinin zorunlu olmadığı tekil-nesnel konularla ilgiliyken; felsefe, insanı insan olarak ilgilendiren varlığın bütünüyle ilgilidir. Bilimlerde eğitim-öğretim, anlamanın şartı olarak kabul edildiği halde; felsefeye gelince, zaten işin içinde bulunulduğu ve herkesin konuşmaya katılabileceği iddiası yükselir. İnsan olmak yeterli şart olarak kabul edilir. Oysaki filozofların takip ettikleri karmaşık felsefî yollar, ancak varlığın ve hayatın nasıl aydınlığa kavuşturulabileceğini tayin ve tespit edebilecek nitelikte, rasyonel ve erdemli insan özelliğini haiz olmakla aşılabilir. Dine gelince; dinin kaynağı ve kriteri kutsal ya da kutsal olduğuna inanılan şey iken, felsefe herhangi bir inancı kaynak veya kriter olarak görmek mecburiyetinde değildir. Sanat, estetik beğeniyi, kişisel duyguyu ve hatta irrasyonelliği kaynak ve kriter olarak kabul ederken; felsefe, kendisini böyle bir ölçüyle tahdit etmek durumunda da değildir. Birer düşünsel faaliyet alanı olarak gerek bilim, gerek din gerekse sanat insana özgü olmak noktasında felsefeyle kesişen özelliklere belli noktalarda sahip iseler de felsefeyi onlardan ayıran temel fark, kendisini hiçbir hususta rasyonalite harici ölçülerle sınırlandırmaması, daha doğrusu hiçbir şeyin ona sınır koyamaması ve felsefenin esas itibariyle kendisini mantıksal, yani rasyonel zeminde var kılmasıdır.
Şüphe yok ki felsefe, insanî-toplumsal hayatın kökenlerinde yer alan, insanın varlığıyla birlikte ortaya çıkmış bir fenomen de değildir. Esasında o, oldukça geç doğmuş ve insan kültürüne sonradan katılmış bir fenomendir. Yani, insan pratiğinin belli bir zamanında ve zemininde, varlığı ve hayatı anlamlandırmak için duyduğu ihtiyacı karşılamak üzere başvurulan bir düşünme ve refleksiyon olarak ortaya çıkmıştır. Bu nokta aynı zamanda onun hem temel niteliğini hem de tarihsel kökenini belirlememizi sağlayan ana faktördür. Felsefenin belli bir tarihten itibaren Antik Yunan toplumunda tezahür ettiğini dikkate alırsak, bunun asıl gerekçesinin, o toplumun insanlarının varlığı ve hayatı açıklama ve anlamlandırma ihtiyacı duymalarında yatığını söyleyebiliriz. Felsefe, insanın, varlığı ve hayatı sorgulamadan sürdürdüğü beşeri varoluşu karşısında her zaman az ya da çok farkında olunamayan bir fenomen olarak kendisini gösterirse de ona ait sorular, problemler ve çözüm önerileri sadece ve sadece refleksiyon zemininde, yani beşerden bireye, daha doğrusu ünsiyet eden insandan, tahkik eden insana ulaşıldığında ortaya çıkar. Felsefenin Antik Yunan dünyasında ortaya çıkışının gerekçelerini açıklarken Platon, bu noktaya şöyle işaret eder: İnsanı felsefe yapmaya iten şey, onun kendisini bir ara-durum içerisinde görmüş olmasıdır. İnsan, kendi altındaki hayvan ile kendisini aşan Tanrı arasında kalmıştır. Tanrı felsefe yapmaz, çünkü o hakikate zaten kendinde sahiptir. Hayvan ise felsefe yapamaz, çünkü o, ne düşünebilir ne de sorgu kabiliyeti vardır. Sadece ve sadece insan kendi durumunu sorgulayabilir. İnsanın bu ara-durumda kalmışlığı, Antik Yunan’dan beri hep bir sorgu konusu olmuş ve bu durumdan hareketle, pek çok felsefî iddia ortaya atılmıştır. Yani, işte o tarihten itibaren insan rasyonel zeminde olmak kaydıyla bir taraftan varlığı, evreni, dünyayı sorgularken, bir taraftan da kendisini, kendi hayatını sorgulamaya başlamıştır.
Felsefî bilginin mahiyetini tespit hususunda belki de en açık görüş, Kant’a ait olan görüştür. Kant’a göre felsefe; aklın, teorik ve pratik bütün ilgilerinin bir ifadesi olan “Neyi bilebilirim?”, “Ne yapmam gerekir?”, “Ne umabilirim?” ve “İnsan nedir?” sorularının cevabını aramaktır. Bir diğer ifadeyle felsefe; “Varlığa ve hayata dair tüm bilginin, insan aklının özsel ereği (amacı) ile ilişkisinin bilgisidir.” Söz konusu erekse; tüm öbür ereklerin bir araya gelerek bağlanabildikleri, nihaî ve en yüce erek olan “iyiyi isteme”dir. “Dünyada, hatta dünyanın dışında bile, iyi bir isteme haricinde, kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek, başka herhangi bir erek yoktur.” Bu açıdan bakıldığında; insan aklının bir yasaması olarak felsefenin, temelde iki konuyu izah etmeye çalıştığı görülür. Bunlar da “varlık” ve “hayat” ya da doğa ve özgürlüktür. Yani felsefe, hem doğa yasasının hem de ahlak yasasının belirlenimini kapsar. Birinci kısım teorik felsefe; ikinci kısım da pratik felsefe diye adlandırılır. Teorik felsefe var olan ile pratik felsefe ise olması gereken ile alakalıdır. Teorik felsefesinin bir deneysel, bir de rasyonel kısmı vardır. Deneysel kısım fizik, rasyonel kısım ise metafiziktir. Pratik felsefesinin de aynı şekilde; deneysel kısmı antropoloji, rasyonel kısmı ise tam anlamıyla moral ya da ahlak metafiziğidir. Kısacası hem doğanın hem de ahlakın yasalarının tespiti ve özellikle de kendi kanatlarıyla uçmaya çalışan aklın eleştirisi, kelimenin gerçek anlamında felsefe denilen şeyi oluşturur. Filozofa gelince; filozof, “bir akıl sanatçısı değil, bir akıl yasamacısıdır.” Mesela; matematikçiler, doğa bilimciler ve mantıkçılar ne denli başarılı olurlarsa olsunlar, sadece akıl sanatçısıdırlar. İdealde, onlar için tüm bu bilgilerin prensiplerini tespit eden ve bu bilgilerden birer araç olarak yararlanılmasını sağlayan bilge kişiler vardır ki bütün bunları yapmakla sadece o bilgeler, insan aklının ereklerini geliştirmektedirler. Dolayısıyla, filozof diye yalnızca böylelerini adlandırmak gerekir. Şurası da vurgulanmalıdır ki filozoflar, her şeyi bilgelikle ilişkilendirirler ama bunu bilimin yolu içerisinden geçerek yaparlar. Yani, filozofların varlığa ve hayata yönelik açıklamaları, rasyonel ve doğal açıklamalardır. Zaten, herhangi bir düşünce ya da bilgi; “kendisini akla dayanan nedenlerle meşru kılmak veya haklı çıkarmak iddiasında bir zihinsel etkinlik biçimi” değilse, felsefî düşünce, felsefî bilgi diye nitelendirilemez. Filozoflar; “akla dayanan nedenler” derken, her türlü deney ve gözlemi ve bunlara dayanan her türlü akıl yürütme ve sezgiyi; “meşru kılmak veya haklı çıkarmak” derken de “herhangi bir önermeyi, bu önermeyi ileri sürmeyi mümkün kılan kanıt, temel veya gerekçelerle ortaya koyma”yı kastederler.
Felsefenin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığının ayrıntısına gelince: Varlığı ve hayatı rasyonel-doğal zeminde anlamlandırma ve sorgulama girişimi olarak felsefe, ilk önce Antik Yunan dünyasında görülmüştür. Elbette bu durumu, Antik Yunan toplumu için bizatihî pozitif, olumlu, diğer toplumlar için de negatif bir durum, bir eksiklik olarak değerlendirmek gerekmemektedir. Çünkü hayatı ve varlığı anlamlı kılma girişimi, sadece felsefe tarafından yapılmamakta, başka parametreler ve başka yöntemlerle hareket eden din, bilim ve sanat şeklinde nitelendirilen diğer insanî, kültürel etkinlik biçimleri tarafından da yapılmaktadır. Özellikle, bu faaliyetin Antik Yunan ve Roma dönemlerinin birkaç yüzyıllık belli ölçülerdeki istisnası dışında, Batı Orta Çağının sonlarına kadar din tarafından yürütüldüğü noktasında ihtilaf yoktur. Grek düşünce tarihinde felsefenin doğuşu; yarı ozan, yarı düşünür olan ya da Aristoteles’in deyimiyle “teosof” diye tanımlanan kişilerin yaşadığı döneme rastlar. Grek felsefesinin öncülüğünü yapan söz konusu bu kişilerin düşüncelerinin içerik ve biçimini şu şekilde tasvir etmek mümkündür: Doğa, yani; gece, gündüz, hava, su, rüzgâr, yıldızlar, gökyüzü, dağlar, denizler, ırmaklar, kısacası tüm doğal fenomenler ve olaylar, tanrısal-kişisel varlıklar olarak, tanrıların birleşmesinden doğan ve bu nedenle de müşterek bir ilk ana-babadan gelen, kısmen erkek, kısmen dişi, kişisel varlıklardan müteşekkildir. Her türlü oluş ve yok oluş bu tanrısal-kişisel varlıkların eseridir. Ozan-teosofların bakış açısıyla; mesela, fırtına ve deprem gibi doğa olaylarını, sadece karşı konulmaz varlıkların, yani tanrıların şu veya bu yüzden, keyiflerince neden oldukları hadiseler diye görmek gerekir. Şüphesiz bu açıklamalar ne rasyonel, ne de doğal olan, yalnızca mitsel, fantastik, hatta grotesk açıklamalardır. Bu tür açıklamaların tipik örnekleri; İsa’dan önce 700 yıllarında, heksametron vezniyle kaleme alınmış olan ve günümüze de intikal etmiş bulunan, Hesiodos’un “Theogonia” adlı eseri ile Homeros’un “İlias” ve “Odysseia” destanlarıdır. Aşağıdaki ifadeler Theogonia’da geçen tipik cümlelerdir:
“Her şeyden önce Khaos vardı. Sonra tüm şeylerin dayanağı geniş göğüslü Gaia (yeryüzü ve yeryüzü tanrıçası) meydana geldi. Ve yolları geniş yeryüzünün içinden karanlık Tartaros ile ölümsüz tanrıların en güzeli olan Eros izledi onu. Eros’tu cinsel tatmine ulaştırarak tanrılarda ve insanlarda sağduyu ile makul iradeyi sinelerinde alt eden. Khaos’tan da Erebos ile siyah Gece doğdu. Gece ile Erebos’un evliliğinden Aither ve Hemera (gün ve gün tanrısı) meydana geldi. Daha sonra Gaia, önce kendine benzeyen yıldızlı Uranos’u (gök ve gök tanrısı) doğurdu ki böylece kendini sarıp örtsün, bahtiyar tanrılara her zaman güvenli bir mekân olsun diye. Arkasından, dalgaları kabarıp duran denizi, Pantos’u (deniz tanrısı) doğurdu. Nihayet Uranos’la evlenip, derin girdaplı Okeanos’u (okyanus ve okyanus tanrısı) doğurdu.” Hesiodos ve Homeros’un bu açıklamaları mitsel, fantastik ve grotesk olmakla birlikte, kapalı bir biçimde; bilahare felsefenin inceden inceye ele alacağı sorunları da kapsamaktaydı. Nitekim, Theogonia ve destanlarda ilk maddenin ne olduğu hakkında bir soruşturmayı, tek tanrıcılığa doğru bir eğilimi, oluş ve yok oluşun anlamı üzerine bir araştırmayı da bulmak mümkündür.
Grek düşüncesinin felsefîleşmesinde etkisi hayli büyük olan bir diğer düşünce tarzı da Trakya kökenli Orpheusçu mistisizmdir. Orpheusçu Theosophia ile Hesiodos ve Homeros düşünceleri arasındaki temel fark; Theosophia’nın içeriğini oluşturan tüm rapsodların Tanrı vahyi gibi görünen bir öğretiyi savunmasıdır. Mesela; Orpheusçu mistisizmde tanrılar, hemen hemen her türlü kişisel-nesnel özellikten yoksundurlar. Hatta teolojik spekülasyonlarda tek-tanrıcı bir dünya görüşüne olan eğilim açıkça görülmektedir. Ancak bu eğilim, sonuçta kavramsallaştırmayı doğuracak olsa da Orpheusçu teosoflar, maalesef tüm çabalarına rağmen, kavramlar üzerindeki mitik ve fantastik örtüyü tam anlamıyla kaldıramamışlardır. Bununla birlikte, Orpheusçu ruh öğretisi, Grek felsefesinin oluşumuna doğrudan bir katkı da sağlamıştır. Bunu; Yunan dünyasının “Yedi Bilge” dediği düşünürlerin (Miletos’lu Thales, Mityleneli Pittakos, Prieneli Bias, Atinalı Solon, Lindoslu Kleobulos, Khenaili Myson, Lakedaimonlu Khilon) hayat anlayışları üzerinde de Sokrates’in ahlak anlayışı üzerinde de Pythagoras, Empedokles ve Platon’un ruh anlayışı üzerinde de görmek mümkündür. Yedi Bilge’nin Delphoi Tapınağı’na kazımış oldukları; “Kendini bil!”, “Aşırılıktan kaçın!”, “Ölçülü ol!” ve benzeri sözleri de Sokrates’in “mistikçe hayat” ideali de Pythagoras, Empedokles ve Platon’da görülen “tanrısal doğaya sahip ruh” kabulü de “tenasüh” inancı gibi birçok düşünce de şüphesiz Orpheusçu öğretiden etkilenmiştir. İşte; Yunan dünyasındaki, hayata ve varlığa ait bu mitolojik, mistik, dinsel açıklamalar, yerini rasyonel ve doğal nedenlerle yapılan açıklamalara bırakınca, felsefe doğmuştur. Ancak; mitoloji, mistisizm, din ve akıl arasındaki mücadeleden doğan felsefe, aklı ölçü almayan bu tür kabulleri birden bire de silkip atamamış, zaman zaman onların tesirinde de kalmıştır.