Kendisini muhafazakâr ve demokrat olarak niteleyen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarı elinde tuttuğu on küsur yıllık süre zarfında Türkiye’de çok şeyin değiştiği muhakkak… Sözde cumhuriyetçi, Kemalci Oligarşi’nin, siyasal otoritenin ve mülkiyetin tek gerçek sahibi olduğu fakat Maliye Bakanı‘nın, kamuda istihdam edilen personelin maaşlarını ödeyebilecek miktarda devlet hazinesinde para bulunmadığı için, intihara kalkıştığı günlerden; sistemin şöyle ya da böyle halkın rızasına endekslenmesiyle nisbî refahın, nisbî özgürlüğün ve nisbî eşitliğin sağlandığı, ilaveten siyasal otoriteye ve mülkiyete ortak olmaya başlayan yeni bir zümrenin meydana çıktığı bugünlere gelmiş bulunuyoruz. Elbette ki değişim yalızca ekonomik alt yapıda değil, aynı zamanda entelektüel alanda ve insan profilinde de görülmektedir. Kemalci Oligarşi’nin meşruiyetini temin eden zihniyet ve “aydın” takımına karşılık; muhafazakâr demokrasinin meşruiyetini temin eden yeni bir zihniyet ve yeni bir “aydın” takımı da oluşmuştur… Kemalci Oligarşi’nin meşruiyet zeminini pozitivizm teşkil ederken; muhafazakâr demokrasinin meşruiyet zeminini sekülerleşmiş, protestanize edilmiş din referanslı yeni bir ethik teşkil etmektedir. Meşruiyet referansları hayli farklı olsa da söz konusu “aydın” takımlarının müşterek özellikleri de yok değil… Hiç şüphesiz en önemli müşterek unsur, meşruiyet kazandırılan siyasal sistemin ürettiği ekonomik ranta ortak olmak, kamu idaresine ve kamu kaynaklarına nezaretten kaynaklanan imtiyazdan pay almaktır…
Muhafazakâr-demokrasi denilen yeni politik sisteme meşruiyet sağlamak üzere icat edilen istiarelerden biri de “İslam referanslı demokrasi” söylemidir. Bu söyleme göre; “İnsanların çıkarına ve mutluluklarına en uygun siyasal sistem, yüzde yüze yakını Müslüman olan bu toplumda ‘İslam’ı temel referans alan bir demokratik düzen’dir. İslam referanslı olmayan demokratik sistemlerde yöneticiler kanunları eşitlik esasına göre uygulasalar bile onları beşer yaptığı sürece amaca ulaşılamaz; çünkü böylesi yönetimlerde sağcılar ve solcular vardır, son söz hâkim olan tarafın olur; onlar da yoksullar hatta orta tabakanın değil, kendi çıkarlarının tarafında bulunurlar. Beşeri (zalim ve hakkı bilmez insan elinden çıkmış) kanunları uyguladıklarından, herkesin mutlu olacağı bir sonuca ulaşmaları mümkün değildir. Oysaki ‘İslam referanslı demokrasi’ gerçekleşince, ilâhî naslara dayanan bir hukuk uygulayarak -gayr-i müslimler ve azınlıklar da dâhil- herkesin mutlu olacağı bir sonuca ulaşmak pekâlâ mümkündür”. Bu tür söylemlerle malül, çoğunlukla ilahiyat tahsil etmiş bulunan “muteber resmi ulema”, “aydın” takımının en bariz özelliği, maalesef bahse konu siyasal mevzulara meslek itibarıyla muttali olmayışlarıdır. Siyasal sistemlerin tanımını, bir diğerinden ne sebeple ve ne maksatla tefrik edildiğini bilmeyen bu zevat gariptir ki iktidar sahiplerine kişisel yakınlıklarından ötürü danışmanlık statülerini işgal etmekte ve sözüm ona yönetime yol göstermektedir…
Hangi zaviyeden bakılırsa bakılsın, bu söylemin problemli olduğu apaçıktır. Birincisi; toplumun yüzde yüze yakınının Müslüman olduğu nereden çıkarılıyor? Yüzde yüzün inancı olduğu iddia edilen bu İslam hangi İslam’dır? İslam’ın hangi yorumu tek doğru olan yorumdur? Mesela; Hayrettin Karaman’ın yorumu mu, Fethullah Gülen’in yorumu mu, Cüppeli Ahmet Hoca’nın yorumu mu, Adnan Oktar’ın yorumu mu, Menzil Grubu’nun yorumu mu, Erenköy Grubu’nun yorumu mu, Kubbealtı Grubu’nun yorumu mu, Milli Görüş’ün yorumu mu, Alevi-Bektaşi yorumu mu, Hizbullah’ın yorumu mu, ya da ne bileyim El Kaide’nin yorumu mu? İkincisi; “İslam referanslı olmayan demokratik sistemlerde, yöneticilerin kanunları eşitlik esasına göre uygulasalar bile o kanunları beşer yaptığı için amaca ulaşılmayacağı” iddiasının delili nedir? Şayet amaç, “insanların refahına ve mutluluklarına en uygun siyasal sistem” ise İslam referanslı olmayan liberal demokrasilerin egemen olduğu Batı ülkelerinde yaşayan insanların, diğer ülkelerde yaşayan insanlardan daha müreffeh, daha mutlu olduğu inkâr edilebilir mi? Üçüncüsü; İslam referanslı olmayan demokratik sistemlerde, uygulamadan kaynaklanan problemlerin var oluşu, aksi durumda uygulamadan kaynaklanan problemlerin olmayacağının kanıtı mıdır? Dördüncüsü; İslam referanslı olmayan demokratik sistemlerde, muhalif gruplar anlamında sağcıların ve solcuların varlığı, tarafgirliği doğurduğu için sorun teşkil ediyorsa, ‘İslam referanslı demokrasi’ gerçekleştiği taktirde muhalefetin yok olacağı ve dolayısıyla da tarafgirlik kaynaklı sorunların bulunmayacağı anlamını mı taşımaktadır? Beşincisi; beşeri kanunların uygulamada insanları mutlu kılmadığı iddiası, ‘İslam referanslı’ kanunların mutlu kılacağının garantisi midir? Altıncısı; ‘İslam referanslı’ kanunlar da beşer eliyle uygulanmayacak mıdır? Yedincisi; ilâhî naslara dayanan bir hukuk sistemi ihdas edilecekse şayet, hangi yoruma istinaden ihdas edilecektir? Sekizincisi; ilâhî nasların nihai gayesi, müslim ya da gayr-i müslim insanların dünyevi mutluluğu mudur? Sualleri çoğaltmak elbette mümkün, ancak bu nevi suallerin mutlak, tek doğru cevabının bulunduğunu söylemek hiç de mümkün görünmemektedir…
Öte yandan; siyasal sistemlerin tefrikini sağlayan kıstas, devletin kökeni ve meşruiyetinin ne olduğu sualine verilen cevapla ilgilidir. Acaba devlet doğal bir organizma mıdır yoksa suni bir yapı mı? Devlet; muayyen ve müşterek bir erdemin (ya da dinin) müşahhas hali midir yoksa muhtelif ve münferit erdem (ya da din) telakkilerinin eşit tanındığı mücerret bir hal midir? Devleti, doğası gereği üstün olan insanlar mı yönetmeli yoksa her biri diğerinin eşiti olan insanların kendi rızalarıyla seçtikleri temsilciler mi? Siyaset; yalnızca erbabının bildiği bir bilgi midir yoksa tecrübe sonucu oluşan uzlaşma ve mutabakat mı? Siyaset; yalnızca doğası gereği üstün olan insanların üstlenebileceği bir imtiyaz mıdır yoksa her biri diğerinin eşiti olan insanlar arasından seçilenlerin yürüteceği kamusal bir vazife mi? İşte, bu nevi suallere verilen cevapların farklı sebeplere ve farklı maksatlara dayanması, siyasal formların da farklılaşmasını gerektirmektedir. Klasik rejimlerden monarşi ya da aristokrasi, devleti canlı bir organizma olarak görürken; klasik demokrasi ya da cumhuriyet (republic), suni bir yapı olarak değerlendirmektedir. Klasik rejimlerden monarşi ya da aristokrasi, devleti muayyen ve müşterek bir erdemin (ya da dininin) müşahhas hali olarak görürken; klasik demokrasi ya da cumhuriyet (republic), muhtelif ve münferit erdem (ya da din) telakkilerinin eşit tanındığı mücerret bir hal olarak değerlendirmektedir. Klasik rejimlerden monarşi ya da aristokrasi, devleti doğası gereği üstün olan insanlar yönetmelidir derken; klasik demokrasi ya da cumhuriyet (republic), her biri diğerinin eşiti olan insanların kendi rızalarıyla seçtikleri temsilciler yönetmelidir, demektedir. Klasik rejimlerden monarşi ya da aristokrasi, siyaset yalnızca erbabının bildiği bir bilgidir, derken; klasik demokrasi ya da cumhuriyet (republic), tecrübe sonucu oluşan uzlaşma ve mutabakat, demektedir. Klasik rejimlerden monarşi ya da aristokrasi, siyaseti yalnızca doğası gereği üstün olan insanların üstlenebileceği bir imtiyaz olarak görürken; klasik demokrasi ya da cumhuriyet (republic), her biri diğerinin eşiti olan insanlardan seçilenlerin yürüteceği kamusal bir vazife olarak değerlendirmektedir. Modern anayasal demokrasi ya da cumhuriyetler (republic) ise insanları, niteliksel ve doğal eşit kabul ettiklerinden; devleti ve siyaseti, klasik demokrasi ya da cumhuriyetlerden daha da ileri noktalarda, tamamen bireysel hak ve özgürlüklere endekslemektedir. Öyle ki siyaset ve devlet, yalnızca bireysel hak ve özgürlüklerin muhafazası için vardır…
Anlaşılacağı üzere, siyaseti ve devleti muayyen bir erdem ya da din ekseninde tasavvur eden rejimler yalnızca klasik aristokrasi veya monarşi modelleridir. Demokrasi ya da cumhuriyetlere gelince; ne klasik ne de modern formlar için, meşruiyet kaynağını teşkil eden herhangi bir erdem ya da din tasavvuru söz konusu değildir. Türkiye’de; Kemalci Oligarşi’nin, meşruiyet kılavuzu olan pozitivist aydınlarının sözde cumhuriyeti meşrulaştırmak için dün kullandıkları “en hakiki mürşit” pozitif bilgi söylemi ne kadar bir manipülasyon idiyse muhafazakar demokrasinin meşruiyet kılavuzu olan seküler, protestan-dindar aydınlarının bugün kullandıkları ethik tasavvur ‘İslam referanslı demokrasi’ söylemi de o kadar manipülasyondur. Kemalci Oligarşi’nin egemen olduğu dönemde inzilam içerisinde bulunan, sözde sisteme muhalif seküler, protestan aydınlar, demokrasiyi “Demon-krasi” şeklinde tanımladıklarını ve “Demokrasi bizim için ulaşmak istediğimiz istasyona varıncaya dek bineceğimiz sadece bir araçtır.” dediklerini unutmuşçasına, bugün demokrasiye methiyeler dizmekte, modernitenin faziletlerinden, üstünlüklerinden dem vurmaktadır… Acaba böylesi manipülasyonlara, bugün itibarıyla niçin tevessül edilmektedir? Çünkü demokrasi, özellikle de modern anayasal demokrasi, bütün eleştirilerine rağmen, monarşilerden ve aristokrasilerden daha iyi bir rejim ya da daha az kötü bir rejimdir. Peki, iyiliğin ve kötülüğün ölçüsü nedir? Şüphe yok ki artık siyasal sistemler için iyiliğin ve kötülüğün ölçüsü; insanlara sağlamış oldukları “özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah” standartlarının miktarıdır. İşte tam da bu nimetlere kavuşan, bu nimetlerden pay alan dünün sözde sistem muhalifleri ve mustazafları, bu nimetler sebebiyledir ki bugün artık en hararetli demokrasi havarisi kesilmiş, müstekbirleşmişlerdir…
Hâlbuki “evrensel erdem” ya da “evrensel din” tasavvuruna inanan ve dünyevi hayatın geçiciliğini benimseyen insanlar açısından demokrasi, dün ne kadar “erdemsiz toplum” projesinden başka bir şey değildiyse, bugün de öyledir. Mesela; tüm felsefe tarihinin kendisine düşülmüş bir dipnottan ibaret olduğu söylenen Platon’a göre “Demokrasi, hiçbir ahlak kuralının geçerli olmadığı, aldırış bile edilmediği, namusun ve dürüstlüğün budalalık sayıldığı ve kapı dışarı edildiği, kendilerine halkın dostları dedirtmenin yeterli görüldüğü demagoglar takımının egemenlik kurduğu siyasal modeldir. Demokrasilerde en kalabalık ama hiçbir zaman birlik olamayan ve üreticilerden toplanan vergilerden kendilerine iyi kötü belirli bir pay verildiğinde de yöneticilere karşı sesini asla çıkarmayan kesim, niteliksiz, sıradan insanlardan müteşekkil halktır. Onun içindir ki demokrasilerde yöneticiler, üreticilerden toplayıp, çoğunu kendilerine ayırdıkları vergilerden halka da muayyen bir pay verirler. Soyulan üretici kesim eğer bu duruma itiraz eder de sistemin değişmesini isterse halkın sözde dostu olan yönetici demagoglar onları halk düşmanlığıyla suçlayıp, halkı onlara karşı kışkırtır. Derken iki kesim arasında kavgalar, çatışmalar, mahkemeler baş gösterir. Halkın çıkarlarını koruduğunu iddia eden ve halkı da buna inandıran demagog yöneticiler, yığınların kendilerine kul köle olduklarını görünce onların kanına girmeden de edemezler. Devleti, kapalı kapılar ardında yönetir, kendilerine rakip olabilecekleri olur olmaz suçlarla itham ederek mahkemelere sürükler, kimini öldürtür kimini sürerler. Dostları arasında da düşmanları arasında da rakip olabilecek bir tek değerli insan bırakmazlar. Bu arada halka gelir düzeyini yükselteceği, borçlarını bağışlayacağı, toprak reformu yapacağı ümitleri verirler. Böylesi demagogların kaderi bellidir, ya düşmanlarının eliyle ölecek ya da zorba bir diktatör olacaktır”.
Özetle, erdemsiz bir toplum projesi olarak demokrasinin meşruiyet zemini ne muayyen bir erdem tasavvuru ne de müşterek bir inanç olarak dindir. Demokrasinin meşruiyet zemini, farklılıkların bir arada yaşadığı plüral toplumsal yapı anlamında halktır. Halk; homojen bir yapının değil, heterojen bir yapının karşılığıdır. Böylesi heterojen yapılarda; insanların düşüncelerinin ve eylemlerinin oluşumuna azami derecede etki eden dini telakkiler yok farz edilmez ise de herhangi bir dini telakki siyasal sistemin meşruiyet kaynağı olarak da kabul edilmez. Demokrasilerde meşruiyetin yegâne kaynağı, bireylerin uzlaşma ve mutabakatını ifade eden rasyonel toplum sözleşmesidir. Açıktır ki farklılıkların barış içerisinde yaşamalarını sağlamanın yolu muayyen bir ideolojik anlayıştan geçmediği gibi, muayyen bir din veya dinî yorumdan da geçmemektedir. Barışın en emin yolu; müşterek kullanım alanı anlamında kamusal alanın, bireylerin uzlaşma ve mutabakatını ifade eden rasyonel toplum sözleşmesi ekseninde tanzim edilmesinden geçmektedir. Tarihî tecrübelerin ışığında, bunu sağlamanın yegâne isabetli yönteminin, özgürlüğün ve eşit tanınmanın esas kabul edildiği liberal bir yaklaşıma dayandığını söylemek, fazla iddialı bir ifade olmasa gerektir.