Türk Dil Kurumu’nun hazırlamış olduğu Türkçe Sözlük’te “profesyonel” kelimesi şöyle tanımlanmış: “Bir işi, kazanç sağlamak amacıyla yapan kimse… Bir işin profesyoneli olmak; bir işin, bir uğraşın bütün inceliklerini veya açıklarını kavramış olmak…” demektir… Muhtemelen; sözlüğü hazırlayanların “Mantık” disiplininden pek de haberdar olmamalarından mütevellit, tanımları yeterince “efradını cami, ağyarını mani” bir nitelik taşımamakta… Şöyle ya da böyle uzlaşıya dayanan “adsal” tanımların, “nesnel” tanımlar kadar bağlayıcılık iddiası taşıyamayacağı dikkate alınırsa Türk Dil Kurumu Sözlüğü belki mazur görülebilir… Sanıyorum siyaset söz konusu edildiğinde, profesyonel kelimesi, “kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmi olarak elinde tutanlar” şeklinde tanımlanmalıdır… Böyle bir tanım hem uzlaşıya daha yakın hem de Türk Dil Kurumu’nun tanımındaki gibi menfi imaları içermemekte… Mesela; bir işi kazanç sağlamak amacıyla yapmak, ahlak dışı bir şey değil ise de insanlara siyasi anlamda emretme yetkisini elinde tutanların, bu yetkilerini kazanca tahvil etmeleri hiç de ahlaki görülmez… Mesela; kamusal işlerin nasıl tanzim edileceğine karar verip, onu tatbik edenlerin bu işi kamunun kendilerine ödediği “maaş” haricinde, kazanca tahvil etmeleri meşru kabul edilemez… Yine mesela; asayişin nasıl tanzim edileceğine karar verip, onu tatbik edenlerin bu işi kamunun kendilerine ödediği “maaş” haricinde, kazanca tahvil etmeleri meşru kabul edilemez… Yine mesela; ekonominin nasıl tanzim edileceğine karar verip, onu tatbik edenlerin o işi kamunun kendilerine ödediği “maaş” haricinde, kazanca tahvil etmeleri meşru kabul edilemez… Yine mesela; eğitim-öğretimin nasıl tanzim edileceğine karar verip, onu tatbik edenlerin o işi kamunun kendilerine ödediği “maaş” haricinde, kazanca tahvil etmeleri meşru kabul edilemez… Yine mesela; imar ve iskânın nasıl tanzim edileceğine karar verip, onu tatbik edenlerin o işi kamunun kendilerine ödediği “maaş” haricinde, kazanca tahvil etmeleri meşru kabul edilemez… Yine mesela; tüm bu kamusal işleri yürütenlerin, işin inceliklerini bildiklerinden, açıklarını istismar ederek, onu kendileri için kazanca tahvil etmeye kalkışmaları meşru kabul edilemez…
Profesyonel siyasetçilerden maksadın, “kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmen ellerinde tutanlar” biçiminde anlaşılması gerektiği girizgâhından hareketle, asıl konuya yani “Demokrasilerde siyaset, profesyonel siyasetçilerin tekelinde midir? sualinedönecek olursak; maksadım kesinlikle demokrasiye methiyeler dizmek değildir, (çünkü meritokrasiye dönüşemeyen bir demokrasinin idealize edilebilir herhangi bir yönü yoktur) ancak demokrasinin tarihî tecrübeler ışığında “en az kötü rejim” olduğu gerçeğini bilerek, şayet demokrasiden yana tavır konulacaksa, halka yönelik temin etmeyi başardığı “özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah” seviyesini yükseltmede nelere dikkat edilmesi gerektiği mevzusunu tartışmaktır… Ana sualin doğru cevabı için şu tür ilintili suallerin de cevaplandırılması herhalde isabetli olacaktır: Acaba, “kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmi olarak ellerinde tutanlar” bu hakkı nereden alıyorlar? Halkın çoğunluğu tarafından seçilmiş olmak, tek başına yeterli midir? Muayyen bir hakkın yalnızca çoğunluğun iradesine endekslenmesi kabul edilebilir mi? Hakların meşru kaynağı, çoğunluğun iradesinin ötesinde değil midir? Çoğunluğun egemenliği, toplum sözleşmesi anlamında anayasa ile sınırlandırılmalı mı sınırlandırılmamalı mı? Meşruiyet, yasallık mıdır yoksa ahlaka uygunluk mu? Açıktır ki bu suallerin doğru cevabı, “Demokrasilerde siyaset, profesyonel siyasetçilerin tekelinde midir?” sualinin doğru cevabını da şekillendirecektir…
Suallerin cevabı verilirken göz önünde tutulması icabeden en temel parametre, şüphesiz demokrasinin eşitlik eksenindeki bir siyasal organizasyon olduğu gerçeğidir… Eşitlik eksenindeki siyasal organizasyondan kasıt, sivil toplumun müşterek bir siyasi otorite altında yaşamaya karar veren eşit birey ve gruplar tarafından müşterek bir sözleşme ile inşa edildiği ilkesidir… Bilenlerin malumu olduğu üzere, demokrasiyi, meşruiyetini muayyen bir din ya da evrensel etik öğretiden devşiren monarşi ya da aristokrasi gibi kadim rejimlerden farklı kılan ana husus, onun toplumu aynı dinî-etik değerleri paylaşan homojen-yeknesak bir entite ve devleti de biyolojik bir organizma olarak görmemesidir… Bir başka ifadeyle monarşi ya da aristokrasilerde toplum ya da devlet üç aşağı beş yukarı aynı anlamlarda ve yalnızca üstün statü haklarına sahip asiller zümresini içermek üzere biyolojik bir organizma şeklinde tasavvur edilirken; demokrasi için toplum, niteliksel-doğal bir takım mutlak haklara sahip, eşit birey ve gruplardan müteşekkil heterojen bir yapı ve devletse müşterek bir otorite çerçevesinde inşa edilen, niteliksel-doğal-mutlak hakları korumak ve genel güvenliği sağlamakla görevli, suni bir mekanizmadır… Yani; demokrasi için devlet, niteliksel-doğal-mutlak hakları muhafaza etmek üzere “müşterek-kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini tekelinde tutan” sözleşmeyle inşa edilmiş bir mekanizma, profesyonel siyasetçilerse heterojen-plüral toplumun mensupları bireyler ve gruplar tarafından seçilmiş, işte bu mekanizmayı çalıştıran görevlilerdir…
Böyle olunca; demokrasilerde, “Kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmi olarak ellerinde tutanlar bu hakkı nereden alıyorlar?” yönündeki birinci önemli sualin cevabı, sözleşme hukukundan ve halkın çoğunluğu tarafından seçilmiş olma prensibinden biçimindedir… Burada kastedilen sözleşme hukuku, sivil toplumun kuruluşunu ifade eden toplum sözleşmesinden kaynaklanan hukuk olup, birlikte yaşamayı mümkün kılan ilk sözleşmenin yani “anayasa”nın karşılığıdır… Anayasa, bireylere ve gruplara ait niteliksel-doğal-mutlak hakların kaynağı değil sonucudur… Dolayısıyla anayasa, birinci dereceden devleti yani kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmi olarak ellerinde tutan profesyonel siyasetçileri bağlar… Diğer bir deyişle niteliksel-doğal-mutlak hakların anayasaya; anayasanın da devlete yani kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmi olarak ellerinde tutan profesyonel siyasetçilere önceliği vardır… Farklı bir anlatımla bireylere ve gruplara ait niteliksel-doğal-mutlak haklar, anayasanın varlık sebebidir; anayasa da devletin yani kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmi olarak ellerinde tutan profesyonel siyasetçilerin… Taktim ve tehir zincirini tersine çevirmek demokrasilerde düşünülemez… Mamafih demokrasiden söz edilecekse kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmi olarak ellerinde tutan profesyonel siyasetçilerin, bireylerin ve grupların niteliksel-doğal-mutlak haklarını muhafaza için siyasetin var olduğunu bilme mecburiyetleri vardır… Profesyonel siyasetçiler; yönettikleri bireyler ve gruplar tarafından, niteliksel-doğal-mutlak haklarıyla ilgili maruz kaldıkları ihlallere yönelik eleştiriler getirmeleri halinde, onlara matuf “Devletle zıtlaşılmaz.” yollu cümleler kuruyorlarsa siyasal sistemi demokrasi olmaktan çıkarıyorlar demektir… Profesyonel siyasetçilerin özellikle unutmamaları gereken husus, niteliksel-doğal-mutlak hakların, bireyler için hayat tarzı anlamına geldiği ve özel ve özerk alanlara sahip oldukları gerçeğidir… Bu gerçeğin toplumsal yansıması ise şiddet içermeyen ifade özgürlüğünün yasaklanamayacağıdır… Kısacası sözleşme hukuku; müşterek bağlayıcılığı bulunan ve ihlâl edilmesi durumundaysa seçilmiş kamu otoritesi tarafından gerçekleştirilen müdahalelerle korunacak olan pozitif kurallar bütünüdür ve bu kurallar muteal bir kaynağın değil, toplumu meydana getiren birey ve grupların kendi iradelerinin ürünüdür… Genel iradeyi temsil eden yürütme anlamındaki devlet, hiçbir zaman temsil ettiği iradeye ait olan bu hukuku ihlal edemez… Çünkü devlet, sadece müşterek otorite olup, hukukun belirleyicisi değil, yalnızca uygulayıcısıdır… Demokrasilerde kuvvetler ayrılığının sebebi de zaten hukukun siyasete önceliğinin kabulünden başka bir anlama gelmemektedir… Oysaki monarşi ve aristokrasi gibi kadim rejimlerde kamusal işleri yürütmek üzere halk tarafından seçilmiş, emretme ve uygulama yetkisine sahip profesyonel siyasetçiler yoktur… Kamu temsiliyeti sayılabilecek bir kamu önünde bulunma statüsü varsa de bu seçimle elde edilen bir statü değil, aristokrasiye mahsus verili bir statüdür… Bahse konu hukuksa yine sadece aristokrasiye mahsus olan statü hukukudur…
Demokrasilerde “muayyen bir hakkın yalnızca çoğunluğun iradesine endekslenmesi kabul edilebilir mi?” şeklindeki ikinci önemli suale gelince; eşit bireyler ve gruplar tarafından akdedilen toplum sözleşmesinin varlığı şu ya da bu muayyen hakkın çoğunluğun iradesine bağlanamayacağının en açık delilidir… Mesela; yüzde 51 çoğunluğun, çok küçük bir oranda dahi olsa, belirli bir azınlığın niteliksel-doğal-mutlak haklarından mahrum edilmesini kararlaştırması onaylanabilir mi? Mesela; Kemalci Oligarşinin çoğunluğu teşkil ettiği dönemde, siyasî otorite “Başörtüsü bir temel insan hakkı değildir.” yollu kararlar verip, uygulamaya kalkıştığında, bu kararlara insanlar evet mi demeliydi? Yine mesela; bugün dahi çözülmemiş olan Kürtler’in anadilde eğitim sorunu, çoğunluğun temsilcileri gereksiz buluyorlar diye meşru bir uygulama olarak benimsenebilir mi? Mesela; Kürtlere anadilde eğitim hakkının, şimdilerde yalnızca “özel okullarda” (Kürtler çok zengin olduğu için kendi özel okullarını kursunlar, deniyor herhalde!?) tanınmış olması yeterli görülebilir mi? Cevabın “Hayır” olduğu açıktır… Besbelli ki meşruiyetin kaynağı çoğunluğun iradesinin çok ötesindedir…
“Çoğunluğun egemenliği, toplum sözleşmesi anlamında anayasayla sınırlandırılmalı mıdır?” şeklindeki üçüncü önemli suale gelince; şöyle ya da böyle iktidarın insanları yozlaştırdığı, sınırsız iktidarınsa sınırsız ölçülerde yozlaştıracağı yine tarihi tecrübelerle ispatlanmış bir hakikattir… Çoğunluğun azınlığa oranla nispî üstünlüğü anayasayla, hatta ahlakla sınırlandırılmazsa “kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmi olarak elinde tutanlar” muhtemeldir ki bu üstünlüklerini kendileri için imtiyaza dönüştüreceklerdir… Bırakın merkezi ya da yerel otoriteyi, en küçük idari birimlerde dahi imtiyazlı zümreler türeyecektir… Mesela; bir kamu üniversitesinde, bir “akademisyen”in hiçbir ders yürütmediği halde, kamudan maaş alması, mensubu olduğu muayyen bir cemaatin üniversitesinde ise “sen, ben, bizim oğlan” kayırmacılığıyla her türlü dersi güya yürütmesi, bir başkasının ise yasa ve yönetmeliklere aykırı olarak bir yıllığına tamamen o cemaatin üniversitesinde görevlendirilmesi, yapılan görevlendirmeler yasa ve yönetmeliklere aykırı denildiğinde de kamu üniversitesinin iktidarca atanmış idarecilerinin, sırf kendi adamları olduğu için, “Ayda beş, altı bin lira para kazanacaklar, niçin engel olalım.” cevabını vermesi, hatta ve hatta durumun intikal ettirildiği Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı tarafından, alay edercesine, “İddiaları, görevlendirmeyi yapan kamu üniversitesinin yönetimine sorduk, asılsızmış.” diyerek, Bilgi Edinme Kanunu çerçevesinde ibraz edilen belgeleri dahi dikkate almadan, görevini yapmış gibi hüküm vermesi; iktidarın insanları yozlaştırdığının apaçık delili değil midir? Mevcut yasa ve yönetmeliklerin yandaşlar suç işlediklerinde uygulanmaması, yozlaşmadan başka bir şeyle açıklanabilir mi? Profesyonel siyasetçilerin bugünlerde literatüre soktuğu “paralel örgütlenme” acaba bu olmasın? Yine mesela; Türkiye’de kamunun imkânlarından istifade söz konusu edildiğinde, “kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmi olarak elinde tutanlar” ve onların yakınlarıyla diğer insanların eşit olduğunu söylemek ne kadar ikna edicidir? Bu türlü gerçekler apaçık gösteriyor ki meşruiyet, yasallıktan, anayasallıktan ziyade ahlaka riayettir…
“Demokrasilerde siyaset, profesyonel siyasetçilerin tekelinde midir?” sualini cevaplandırmaya geçmeden önce, son olarak siyasetin nasıl tanımlanması gerektiği hususunun da altını çizmek galiba yerinde olacaktır… Sistemin demokrasi olduğu söyleniyorsa şayet, siyaset, “yönetme sanatı” ya da “ilahî hukukun hükümranlığı” ya da “kamusal kaynakların dağıtım vasıtası” şeklinde tanımlanabilir mi? Yoksa siyaset; “birlikte yaşamayı mümkün kılan uzlaşma ve mutabakat” olarak mı tanımlanmalıdır? Açıktır ki tanımlamaların her biri, muayyen bir siyasal formu karşılamak üzere yapılmaktadır… Siyaset, “yönetme sanatı” olarak tanımlandığı taktirde siyasal form, klasik anlamıyla monarşi ya da aristokrasi; “ilahî hukukun hükümranlığı”olarak tanımlandığı taktirde siyasal form, geleneksel anlamıyla monarşi ya da aristokrasi; “kamusal kaynakların dağıtım vasıtası” olarak tanımlandığı taktirde siyasal form, sosyalizm ya da faşizm; “birlikte yaşamayı mümkün kılan uzlaşma ve mutabakat” olarak tanımlandığı taktirde ise siyasal form demokrasi ya da cumhuriyet olmaktadır… Tam da bu noktadan hareketle “Demokrasilerde siyaset, profesyonel siyasetçilerin tekelinde midir?” sualini cevaplandırmaya çalışacak olursak; “kamusal işlerin yürütülmesi için seçilmişliğinden ötürü, emretme yetkisini resmi olarak elinde tutma anlamındaki siyaset elbette profesyonel siyasetçilerin tekelindedir, ancak nelerin kamusal iş olduğu, bu işlerin nasıl icra edileceği, icra işleminin doğru yapılıp yapılmadığının kamusal denetimi ve benzeri hususlarda, her haldeki cevap, evet, “demokrasilerde siyaset profesyonel siyasetçilerin tekelindedir” şeklinde olmayacaktır… Madem; demokrasilerde siyaset, “birlikte yaşamayı mümkün kılan uzlaşma ve mutabakat”tır, o halde profesyonel siyasetçilerin asıl vazifesi, kamusal alana yönelik, uzlaşma ve mutabakatla alınan kararları meşru otorite olarak emretmek ve uygulamaya koymaktır… Besbelli ki uzlaşma ve mutabakat da bireylerin ya da grupların kamusal alana yönelik her hususta fikir beyan edebilme hakkına sahip olmalarını zorunlu kılar… Haddizatında uzlaşma ve mutabakatın yalnızca profesyonel siyasetçilerin iradesine tabiiyet olduğu iddiası akla ziyan bir iddiadır… Uzlaşma ve mutabakat için; hukukçuların sadece hukuk konusunda, tabiplerin sadece tababet konusunda, akademisyen ya da öğretmenlerin sadece eğitim-öğretim konusunda; iktisatçıların sadece iktisat konusunda ya da ne bileyim çöpçülerin sadece şehir temizliği konusunda fikir beyan etmeleri gerektiği, kimsenin bir diğerinin alanıyla ilgili laf etmemeleri zarureti ileri sürülemez… Çünkü steril alanlara ayrışmış bir toplumsal-siyasal hayat kabil olmadığı gibi rasyonel de değildir… Seçildiği için kamusal işlerde emretme ve uygulama yetkisini resmi olarak elinde tutan profesyonel siyasetçilerin cebren alaşağı edilmesini telkin haricinde, toplumsal-siyasal hayatı ilgilendiren her hususta aklı olan sivil insanların fikir beyan etmesinden daha tabii bir tavır yoktur… Demokrasilerin, siyasî propagandalarla insanları manipüle etmeye çok yatkın bir rejim olduğu ve profesyonel siyasetçilere emretme yetkilerinden ötürü şöyle ya da böyle nispi bir takım üstünlükler sağladığı düşünülürse onlara gözü kapalı inanmak, elbette akılla bağdaştırılamaz… Hele hele profesyonel siyasetçilik, makul bir süreyle sınırlandırılmazsa liyakat ve ehliyetin asla gözetilmeyeceği, iktidarın elden çıkmaması için demagog vazifesini yürütecek, “niteliği kendinden menkul, her hususta uzman” tiplerin behemehâl türeyeceği, kamu kurumlarının yandaşlar için alelıtlak arpalığa dönüşeceği, kamu imkânlarının özellikle yandaşlar için fütursuzca istismar edileceği izahtan varestedir… Bütün bunların ötesinde apaçık bir hakikat daha varsa o da kendi hakkını hukukunu bilmeyen cahil bir halkın, en hamiyet perver, en makbul yöneticiyi dahi bir müstebite, bir diktatöre, bir tirana dönüştüreceğidir…