Anayasal demokrasi ve temsili hükümet savunusu yapan John Locke çizgisindeki düşünürlerden; vatandaş hak ve hürriyetlerinin teminatı kuvvetler ayrımını, temel şart telakki eden Amerikan anayasasını (1787) ve Fransız anayasasını (1791) kaleme alanların ilham kaynağı ve hukuk devleti öğretisi teorisyenlerinin en önemlilerinden biri sayılan Fransız düşünür, Charles de Montesquieu, Kanunların Ruhu adlı eserinde üç tür yönetim biçiminden, üç tür siyasal rejimden bahseder: 1- saltanat / krallık. 2- istibdat / despotizm. 3- cumhuriyet / demokrasi. Saltanat ya da krallık; bir kişinin yönetimi olmakla birlikte, geleneksel ya da dinî yerleşik kanunlara dayanan idaredir. İstibdat ya da despotizm, tek adamın kendi istek ve arzularına göre gerçekleştirdiği, hiçbir kanun ve kurala bağlı olmayan idaredir. Cumhuriyet ya da demokrasi ise halkın rızasına ve sözleşmeyle oluşturulan kanunlara dayanan idaredir… Bir başka ifadeyle, saltanat ya da krallık, idarî bütün yetkilerin monarka ait olduğu, devlet erkinin yürütme, yasama ve yargı şeklinde bölünmediği fakat gelenek ya da dinle meşru kılınan bir siyasal formu; İstibdat ya da despotizm, idarî bütün yetkilerin tek adama ait olduğu, devlet erkinin yürütme, yasama ve yargı şeklinde bölünmesi bir tarafa tek elde toplandığı, meşruiyetin de yalnızca kuvvete dayandırıldığı siyasal formu; cumhuriyet ya da demokrasi ise idarî bütün yetkilerin halka ait olduğu, devlet erkinin kontrollü ve dengeli sürdürülerek, monarşiye ya da despotizme dönüşmesini engellemek maksadıyla yürütme, yasama ve yargı şeklinde mutlaka bölündüğü, meşruiyetin de sözleşme hukukuna dayandırıldığı siyasal formu karşılar…
Şüphesiz; cumhuriyet ya da demokrasiyi diğer siyasal formlardan farklı kılan temel niteliklerden en önemlisi devlet erkinin yürütme, yasama ve yargı biçiminde bölünmüş olmasıdır. Yürütme, toplumun nasıl idare edileceğine dair politikaların oluşturulmasından ve uygulanmasından; mesela, nasıl bir bütçe çıkarılacağı, ne kadar vergi toplanacağı ve nerelere, ne kadar harcanacağına dair düzenlemeler yapıp, teklifler sunmaktan mesulken; yasama ya da parlamento, yürütmenin denetiminden, yürütme tarafından teklif edilen düzenlemelerin onaylanıp, onaylanmamasından; yargı ise parlamento tarafından çıkarılan yasaların ihlal edilip edilmediğinin kontrolünden, ihlal edilmiş ise ihlal edenlerin cezalandırılmasından ve yasalara itaatin sağlanmasından sorumludur… Eğer parlamento; yürütmeden bağımsız olarak yasaların tanzimi hususunda hareket edemiyorsa hükümetin halka karşı siyasi mesuliyeti büyük ölçüde zayıflayacaktır. Aynı şekilde, yargı, yürütme ve yasamadan bağımsız değilse, kamu görevlilerinin yasalar çerçevesinde tavır takınmasını temin etmede tarafsız ve adil davranması imkânsız olacaktır. Haddizatında kuvvetler ayrımının asıl sebebi, siyasetin eşitlik ekseninde organize edilebilmesi, yani yönetenlerle yönetilenlerin hukuk karşısındaki eşitliğinin sağlanması, dolayısıyla da siyasal özgürlüğün yalnızca muayyen bir azınlığa değil, herkese aidiyetinin tanınmasıdır. Mamafih ne saltanat ya da krallık rejimlerinde ne de İstibdat ya da despotizm rejimlerinde yönetenlerle yönetilenlerin hukuki eşitliğinden ve siyasal özgürlüğünden söz etmek mümkündür… “Yönetime katılma hakkı” anlamında siyasal özgürlüğün halka teşmili ve yönetenlerle yönetilenlerin hukuki eşitliği, saltanat ya da istibdat rejimlerinin cumhuriyete/demokrasiye dönüşmesiyle yani devlet erkinin yürütme, yasama ve yargı biçiminde bölünmesiyle kabil olmuştur…
Açıktır ki meşru şiddeti tekelinde bulunduran güç anlamında, siyasal iktidarı iktidar yapan, onun insanları cebretme yetkisine sahip olmasıdır. Cumhuriyet ya da demokrasilerde bu yetkiyi elinde tutan yalnızca yürütme organıdır… İnsanların özgürlüklerini, haklarını, mülkiyetlerini hatta hayatlarını tehdit ederek, onları şu ya da bu şekilde davranmaya cebretmek sadece ve sadece yürütme organının inhisarındadır… İktidar, bu yetkilerini gündelik-rutin meselelerin hallinde kullanabileceği gibi, yasaların uygulanmasında, toplumsal düzenin sağlanmasında ve dahası savaş ilan etmek şeklindeki olağan üstü haller için de kullanabilir… Siyasi iktidarların, meşru olduğu kadar gayrimeşru uygulamalarda da bulunabilmelerini sağlayan şey, işte bu cebretme yetkileridir… Yürütme organının cebretme yetkisi gayrimeşru kullanıldığı takdirde, maalesef yasama ve yargı organının mevcudiyeti yalnızca bir formaliteden ibaret kalmaktadır… Mesela; 28 Şubat, Post-Modern Darbe dönemlerinde başörtüsünün sözüm ona laikliğe aykırı olduğuna karar verip, Müslümanlara yönelik zulme önayak olan Anayasa Mahkemesi, 25 Haziran 2014’te, başörtüsü yasağının “Anayasa’nın kanun önünde eşitlik, din ve vicdan hürriyetini düzenleyen 10. ve 24. maddelerine aykırı olduğuna hükmetti”… Bu müessif çelişkiler, hem kuvvetler ayrımının Türkiye’de istenilir ölçülerde realize edilememesinden hem de resmiyette ayrım ne kadar yapılırsa yapılsın, yürütme organının baskın karakterinden kaynaklanmaktadır… Yasama, çoğunluğu teşkil eden iktidar partisinin kontrolündeyse ya da yürütme, parlamento içerisindeki çoğunluğu teşkil eden parti tarafından oluşturuluyorsa şu ya da bu hususta yegâne belirleyici organın yürütme olacağı aşikârdır… Böyle bir determinasyonun neticesinin, tüm kamu kurumlarının tekelden dizayn edilmesi, kamu kaynaklarının iktidar partisi için arpalığa dönüşmesi ve dolayısıyla da çoğulcu yapılanmaların bir biçimde imhası olacağı da elbette aşikârdır…
İnkârı kabil olmayan bir tarihî hakikattir ki kuvvetler ayrımı gerçek ölçülerde tesis edilmediği takdirde; siyasal sistem, saltanat ya da krallıktan formel anlamda cumhuriyete ya da demokrasiye dönüşse de bu formel yapı eninde sonunda otoriter ve totaliter bir niteliğe bürünmekte, istibdat ya da despotluğa evrilmektedir… Cumhuriyet ya da demokrasi görünümündeki istibdat ya da despotluk ise siyaseti hukukun tanzimi biçiminde değil, kamu kaynaklarının gayrimeşru paylaşım vasıtası biçiminde realize etmektedir… Kamu kaynaklarının gayrimeşru paylaşım vasıtası biçimdeki siyaset de sosyal hiyerarşinin tepe noktalarına erdem sahibi insanları değil, demagogları taşımaktadır… Demagogların hiyerarşisi ise liyakat ve ehliyet gerektiren sosyal statüleri, nitelikli şahıslar yerine, niteliği kendinden menkul yandaşlara teslim etmektedir… Niteliği kendinden menkul yandaşlar çıkarları gerektirdiğinde, kendilerini statü sahibi yapan siyasal iktidara bir gün mutlaka ihanet etmekte, onun mahremiyetini dahi hiç çekinmeden ifşa edebilmektedir… İktidara hainlik yapıp, onun mahremiyetini ifşa eden eski yandaşlar, üst statülere namzet yeni yandaşlarca cansiperane gayretlerle tekzip edilip, hıyanetlerine bedel, statüleri kaybettirilerek, dış güçlerce kullanılmış hainler yafasıyla mahkûm ettirilseler de bu kargaşada iktidarın halk nezdindeki inandırıcılığı bir hayli örselenmekte ve böylelikle de iktidar için çözülmeye kapı aralanmaktadır… Aslına bakılırsa kuvvetler ayrımının yapıldığı cumhuriyet ya da demokrasiler; saltanat ya da krallıklardan yahut da istibdat ya da despotluklardan halka sağlanan özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah miktarı açısından ne kadar üstün olurlarsa olsunlar; meritokrasiye, ahlak temelli bir hukuk devletine dönüştürülemedikleri takdirde sözü edilen tüm bu dejenerasyonlara alelıtlak maruzdurlar… Asiyab-ı devlet; döner sermayeli, dolgun maaşlı, kitap yüklü harlarla döndürüldüğü müddetçe, ne yazık ki bu kısır döngü, ilahi bir müdahale de olmayacağına göre, kıyamete kadar sürüp gidecektir…