Son bir yıl içerisinde tekerrür eden maden ocağı kazaları ve işçi ölümlerine yönelik tartışmaların “dindarlık” ve “muhafazakârlık” konusunu bir kez daha gündeme getirdiği açık… Mevzu hayli çetrefil: Kendilerini “muhafazakâr demokrat” diye adlandıran insanların; iktidarı demokratik yöntemlerle ele geçirmelerine ve “rızaya dayalı hükümet” hususunda Kemalci Oligarşinin nominal-sözde cumhuriyetçiliğine nispetle hayli başarılı da olmalarına rağmen, son dönemlerde su yüzüne çıkan ekonomi kaynaklı problemler acaba onların dindarlıklarından mı kaynaklanmaktadır yoksa muhafazakârlıklarından mı? Bir başka ifadeyle ekonomi kaynaklı problemler acaba kadim geleneği ifade eden dindarlıktan mı kaynaklanmaktadır yoksa moderniteyle birlikte ortaya çıkan eklektik muhafazakâr düşünceden mi? Suali şu şekilde sormak da mümkün: Muhafazakârlar ne kadar dindar olabilirler, dindarlar ne kadar muhafazakâr? Şöyle de sorulabilir: Dindarlıkla muhafazakârlık aynı şey midir?
Eskiden dindar olduğunu söyleyen bir köşe yazarı şu şekilde özeleştiri yapıyor:
“Hepimiz fakirken ve rutubetli bodrum katı evlerde yaşarken bu davaya adamıştık kendimizi. Beyazıt’ta başörtülü bacımız için, Filistin için, Afganistan için eylem yapıp, dayak yerken polisten, bu davaya adamıştık kendimizi. Burslarımızı denkleştirip kitap alırken ve o kitabı nöbetleşe okurken, Seyyid Kutub’un satırlarında gördüğümüz bu davaya adamıştık kendimizi. Biz gözü yaşlı gençler, biz heyecanlı gençler, biz yüreğinde bir büyük hayalin kıpırtısı olan gençler, anamıza hasret sürgünlerde gezerken bu davaya adamıştık kendimizi. Derdimiz var bizim. Adı ümmet olan bir aşkın derdi var yüreğimizde. Biz dava aşkından başka aşk, dava arkadaşından başka arkadaş bilmediğimiz zamanlarda, bu davaya adamıştık kendimizi. Bizim bu şehirleri, bu toprakları aşan dertlerimiz vardı. Kimse bizim gibi ağlamadı Hama’ya, Halepçe’ye. Kimse dizlerini dövmedi bizim kadar Kudüs için, Gazze için. Biz, acemi bestelenmiş marşlarımızı, karanlık gecelerde gözyaşlarıyla söylerken bu davaya adamıştık kendimizi. Sahiciydik, gerçektik, dürüsttük, namusluyduk, kirlenmemiştik. Tertemiz aile çocuklarıydık. Davet yolunda dökülenleri hiç ama hiç hayal edemezken bu davaya adamıştık kendimizi. Bu dava gönlünde, aklında, ruhunda tevhid bayrağı dalgalanan tertemiz gençlerin omuzunda yükseldi. Bir gün Küdüs’ü, Kâbe’yi, Şam’ı, Kahire’yi özgür kılacağız diye hayaller kurarken; aybaşında yetmeyen maaşlarımızla kirayı ödeyemediğimiz zaman bu davaya adamıştık kendimizi. Biz fakirken çektik çilesini bu davanın, fakirken âşık olduk bu davaya, fakirken dayak yedik nezarethanelerde. Çocuklarımızı fakirken doğurduk. Sonraları çetin imtihanlardan geçtik. Keşke işkenceyle, dayakla, açıkla imtihan olsaydık. Hiç bilmediğimiz yerden hesaba çekildik, paradan, makamdan, mevkiden. Bu davanın çocukları imtihanları kaybetti, günahlara battı, gaflete daldı…”
Dindarlığıyla bilinen bir diğer köşe yazarı da ekonomi kaynaklı problemler için şöyle diyor:
“Aslında yola ‘Yolsuzluklarla mücadele’ niyetiyle çıkıldı. ‘3 Y’nin bir ayağını yolsuzluklarla mücadele oluşturuyordu. Ama bu alan, sistem restorasyonundan öte bir şeyi, onarmayı gerektiriyordu, insan nefsinin kendine yontma güdüsünün terbiyesini, kontrol, hatta zaptu rapt altına alınmasını, ‘Ben’in onarılmasını gerektiriyordu. Yasal düzenlemelerin yetmediği bir alandı burası. Çok, çok, çok ciddi bir zaptu rapt psikolojisi içinde hareket etmeyi gerektiriyordu. Merkezi iktidar demek, ülkenin tüm varlığı üzerinde tasarruf yetkisi demekti. Ve en yukardan aşağıya doğru, yüzbinlerce – milyonlarca insanın bu yetkiyi şu veya bu şekilde kullanması, yani yüzbinlerce- milyonlarca insanın temiz kararlar vermesi, temiz uygulamalar yapması – yapmaması demekti. İnsanın içinde “meşrulaştırma” gibi bir sapma duygusu her zaman var olmuştu. Meşrulaştırma, yani aslında meşru olmayan bir şeyi, nefsi yontmalarla kabul edilebilir, içe sindirilebilir hale getirme. ‘Günah yazma Allahım’dan, ‘İster yaz ister yazma’ya kadar uzanan, ‘Nefs’in insan aklına ve kalbine tahakküm hali…”
Başka bir tanınmış dindar köşe yazarı da yine ekonomi kaynaklı problemler için şunları söylüyor:
“Dindarlıkları gevşek olanlar helale harama bakmadan, dindarlıkları az çok etkili olanlar ise işi bir şekilde kitabına uydurarak ve partideki konumlarını kullanarak menfaat sağlıyorlar. Bunların yaptıkları, partinin faziletli mensuplarının da hesabına yazılarak yıpratılmaları için kullanılıyor… Siz ey devleti yönetenler! ‘Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu / Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu’ diyen büyük Ömer’in (Allah ondan razı olsun) makamında oturuyor değil misiniz? İlâhî adalet bir koyunu yiyen kurdun hesabını yönetenden soracaksa, yoksulların hakkını yiyenlerden, milyonlar sürünürken sefa sürenlerden, yoksulların hakkını bunlardan alarak onlara ulaştırmayan yöneticilerden hesap sormayacak mı? Bugünden tezi yok öyle tedbirler alınsın ve öyle düzenlemeler yapılsın ki ülkede, temel ihtiyaçlarını temin edememiş bir fert kalmasın. Ya bu olacak veya göklerden üzerimize bela yağacaktır vesselam!”
Apaçık ki tartışma konusu olan sorun, dindarların muhafazakârlaşmasıyla ilgilidir. Muhafazakârlık; modernitenin yarattığı rasyonalite, individüalite, utilitarite ve sekülarite gibi değerlere yönelik bir tepkinin ve ani-köklü değişim durumlarında üretilen ve kullanılan sosyal ve siyasal şartlar vasıtasıyla insanın mükemmelleşeceği, toplumsal hayatın bir nihai iyi yönünde ilerlediği, ekonomik ve politik düzenlemelerle bireylerin özgürleştiği ve eşitlendiği, aklın yeryüzünde bir gün mutlaka muzaffer olacağı, hiyerarşi ve geleneğin reddedilmesi gerektiği biçimindeki yeni fikirlere yönelik bir reaksiyonun ifadesi ise de son tahlilde kendisi de modern olan bir ideolojidir. Ortaya çıktığı dönemde cumhuriyetçi Fransız Devrimi karşısında aristokrasi yanında yer almışsa da modern niteliğinden ötürü bilahare cumhuriyetçi siyasal anlayışa doğru evrilmiştir. Fakat muhafazakârlığın tasarladığı cumhuriyetçi siyasal form, temel parametreleri itibarıyla liberalizmden de sosyalizmden de liberal demokrasiden de sosyal demokrasiden de farklı olma iddiası taşımaktadır. Diğer ideolojiler tarafından evrensel bir değer olarak savunulan özgürlük, eşitlik ve ekonomik refah gibi idealler, muhafazakârlar açısından soyut, spekülatif ve dini zemini bulunmayan birer iddiadan ibaret görüldüğünden, halka yansımış ya da yansımamış, çok da fazla önemsenmemektedir. Muhafazakârlığın moderniteye ve diğer modern ideolojilere yönelik eleştirilerinin şöyle ya da böyle haklılık payı bulunsa da geleneği aşırı derecede yücelterek hâkim politik, kültürel ve ekonomik yapıyı absorbe edişinden ve buyurgan içeriğe sahip bir fikirler külliyatı olmasından ötürü benzer eleştirilere kendisi de muhataptır. Muhafazakâr gerçeklikler denilen lider süblimasyonu, güçlü devlet anlayışı, keskin milli irade vurgusu, ekonomi hususundaki “devletçi-kapitalist” laissez-faire yaklaşımı, yeniden dağıtımcı önlemlere yönelik önyargısı ve protestanize olmuş din pratiği tartışmalı konuların bazılarıdır. Bunula birlikte muhafazakârlığın Türkiye’ye yansımaları bir hayli de güçlüdür. Muhtemelen bunun en bariz sebebi, 1923-1950 arasını kapsayan din karşıtı nominal cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen otoriter ve totaliter siyasi uygulamalara rağmen insanların gelenekten bir türlü koparılamamış olmasıdır. Ancak gelenekten koparılamamış olmak, Avrupa ya da Amerika muhafazakârlığında da görüldüğü gibi pek de öyle yoğun bir dindarlık anlamını taşımamaktadır. Avrupa ve Amerika muhafazakârlığına benzer şekilde Türkiye muhafazakârlığı da tarihi ve geleneği önemsemekte, rasyonel bilgiden ziyade örf ve adetlerden kaynaklanan “ön kabuller”e ehemmiyet vermekte, meşru, gayrimeşru her türlü otoriteyi ve hiyerarşiyi yüceltmekte, özgürlük ve eşitliği değil itaati sevmekte, bir din olarak İslam’ı protestanize ve sekülarize etmekte ve siyasi liderlerden sıklıkla duyulduğu üzere ayakların baş olmaması hususunda da daima ısrar etmektedir. Haliyle bütün bunlar da sorunlara ve tartışmalara yol açmaktadır.
İslami zaviyeden bakıldığında muhafazakârlık, dindarlıkla eş anlamlı değildir. Kur’an’ı Kerim; konuya şu şekilde işaret etmektedir: “İnsanlardan öyleleri vardır ki hiç bir ilme, hiçbir delile, hiçbir yol gösterici ve aydınlatıcı kitaba (vahye) dayanmadan Allah’ın dini hakkında tartışıp dururlar… Onlara; ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denildiğinde de derler ki hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız… Hâlbuki kim bütün benliğiyle Allah’a teslim olur ve salih amellerde bulunursa işte o sağlam bir kulpa yapışmıştır… Zira bütün işlerin akıbeti Allah’a varacaktır… İnkâr edenlerin inkârı seni tasalandırmasın… Onların dönüşü bizedir; yapıp ettiklerini onlara haber vereceğiz… Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı olanı bilendir… Öylelerine kısa bir süre hayatın zevkini yaşatıyoruz… Sonunda hepsini şiddetli bir azaba süreceğiz.” (Lokman Suresi 20-24)… Besbelli ki İslam, geleneğin din yerine konulmasına da vahiy eksenli olmaktan ziyade siyasi eksenli olan din görünümlü tartışmalara da sıcak bakmamaktadır. Hele hele hâkim sosyo-politik yapıyı absorbe eden, buyurgan lider kültüne ve otoriter devlet anlayışına dayanan, kitlelerin geçimini temin edemediği yerde refaha, lükse, israfa, döner sermaye adı altında bürokratik imtiyaza izin veren, “devletçi-kapitalist” bir laissez-faire ekonomisini savunan, hepsinden daha da önemlisi kitabi dini protestanize dine dönüştüren kültürel pratiklerin İslam’la hiçbir alakası yoktur. Kısacası muhafazakârlık, muhafazakârlık; dindarlıksa dindarlıktır. Hem muhafazakârlık hem de dindarlık iddiasında bulunanlar bu düşüncelerini bence gözden geçirmelidirler. Mantıkçıların dediği gibi; atıf, mugayerete delalet eder…