23 Mart 2015 tarihli ulusal basında, birçok gazetede yayınlanan “TSK’DA KRİTİK BAŞÖRTÜSÜ KARARI” başlıklı haberi okuyunca; 2006’da vefat eden feminist yazar Duygu Asena’nın çok sayıda baskısı yapılmış olan “Değişen Bir Şey Yok” adlı kitabı aklıma geldi… Kitabı için kaleme aldığı tanıtım yazısında şöyle diyordu Asena: “Yok sözcüğü pek sevimli değil biliyorum ama yıllar önceki yazınızı bugün de köşenizde kullanabiliyorsanız ve okuyanlar ‘Gerçekten de böyle’ diye onaylıyorlarsa, evet, değişen bir şey yok demektir… Peki, o zaman akıntıya kürek mi çekiyoruz? Elbette değil… Değişimin kıpırtılarını görmek bile keyifli… Bir gün gelecek, her şey değişecek, güzel olacak…” Gazetelerdeki haber; gerçekten de böyle, dedirtecek cinsten…
İşte buyurun: “Başörtülü bir öğretmenle evlenen astsubay, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Etimesgut askeri lojmanlarındaki evlerine giriş-çıkışlarda, nizamiyede engellemelerle karşılaşınca, birliğinden eşine de ‘TSK Akıllı Kart’ talep etti… Cevap; 1. Kara Havacılık Alayı Meydan Hareket Tabur Komutanlığı’ndan geldi… Cevapta, kart başvurusu, başvuru formunda yer alan başörtülü fotoğrafın, TSK Akıllı Kart Yönergesine aykırı olması nedeniyle reddedilmiştir, deniyordu… Gelen bu cevap üzerine Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne açılan davada, Milli Savunma Bakanlığı ‘çağdaşlık’ vurgusu yapıp, Akıllı Kart Yönergesinin ilgili bendinde ‘Çağdaş olmayan, İnkılâp Kanunlarına aykırı, siyasî veya dinî bir ideolojiyi simgeleyen kılık kıyafetle çekilmiş fotoğraflar kullanılamaz ve yüzün tamamı açık olacak, iki kulak ve alın açıkça görülecektir’ dendiğini söyleyerek, düzenlemenin TSK personelinin yanı sıra ailelerini de kapsadığını belirtip, ‘dava reddedilsin’ talebinde bulundu… Davaya bakan 5 üyeli askeri mahkeme, düzenlemenin ilgili maddesinin kanunlara aykırı olduğu için iptaline ve başörtülü eşe kart verilmesine, oy birliği ile karar verdi… Davacı tarafın avukatı da emsal nitelikteki kararın değişim adına büyük önem taşıdığına dikkat çekerek; ‘Anayasal, hak olan din ve vicdan hürriyetine aykırı, bu işlem ve bu işlemin dayanağı yönerge maddesi iş bu kararla oybirliği ile iptal edilmiş olup, bu karar tüm askeri tesisler ve kışlalar ve karargâhlar için emsal niteliğindedir’, dedi… Karar, 20 Mart 2015 tarihinde taraflara tebliğ edildi…” Hayli ilginç değil mi???
3 Kasım 2002 tarihinde iktidarı ele geçirmeyi başaran “muhafazakâr demokratlar”ın; iktidarda bulundukları son on küsur yılda, Türkiye’nin, sözde cumhuriyet adına 1920’lerde başlayan diktatöryal uygulamalardan şöyle ya da böyle kurtulup, gerçek cumhuriyet ve hukuk devleti olma yönünde mesafe kat etmesine yol açtıkları elbette inkâr edilemez… Ancak, değiştiremedikleri (ya da değiştirmek istemedikleri yahut da değiştirmeye cesaret edemedikleri) şeylerin olduğu da muhakkak… Yukarıdaki haberden de anlaşılacağı üzere askerî yapıda pek de bir değişiklik olmamıştır. Bırakın hukuk devletinin gereği olan yasal düzenlemeleri, yönergelerde dahi hiçbir değişiklik yapıl(a)mamıştır. En hazini de; “Muhafazakâr demokrat” iddiası taşıyan ve İslamcı algısından ötürü Müslüman kitlelerden oy alan bir siyasi partinin mensubu olan Milli Savunma Bakanı’nın hukuk müşavirinin davada taraf olup, yasağı “çağdaşlığa aykırı” iddiasıyla sürdürmek istemesi… Oysaki benzer bir olay daha geçenlerde Milli Eğitim Bakanlığı’nda da yaşanmış, Eğitim Bir-Sen’in olayı ifşası sonucu, hükümet sözcüsü özür dilemek zorunda kalmıştı… Bu riyakâr tutumun gerekçesi ne olabilir acaba? Zihinlerindeki “çağdaşlık” imajının karşılığı, modern Batılı olmak mıdır? Eğer öyleyse “İslamcılık”, “Muhafazakârlık” iddialarının anlamı nedir? Kemalci Oligarşinin de “çağdaşlık” imajı modern Batılı olmak değil mi? Öyleyse kim, neye niçin muhalif oluyormuş? Batılılar bile artık çoğulculuğu, çok-kültürlülüğü savunurken; “muhafazakâr demokratlar” hâlâ “tek-tek, tek-tek” türküsünü mü söylüyorlar? Hâlâ öğrenemediler mi hiçbir siyasî iktidar, sırf siyasi meşruiyete, “Halk Oyu”na dayanarak varlığını sürdüremez… Bütün siyasal sistemlerin onu tehlikelere karşı koruyacak silahlı kuvvetlere ihtiyacı vardır… Silahlı kuvvetler; zorlayıcı gücü kontrol edilemediği, fonksiyonları net bir biçimde belirlenmediği taktirde istismara açıktır… Silahlı kuvvetler savunmaya matuf harici bir siyasi güç olarak kullanılabileceği gibi, halkın sevmediği ve istemediği rejimleri destekleyen, meşru sivil yönetime alternatif dahili siyasi bir güç olarak da kullanılabilir… Suriye ve Mısır örneklerinden ders alınmıyor mu???
Silahlı kuvvetler yalnızca ülkeyi savunmaya yönelik bir güç ve siyasal düzenin ve istikrarın güvencesi haline dönüştürülmedikçe “Halk Oyu” ile iktidara gelmiş olan siyasi otorite tehlike altındadır… Bir an önce yapılması gereken; silahlı kuvvetlerin, sistem içerisinde “ideolojik ve ekonomik bir çıkar grubu” şeklinde varlığını sürdürmesine engel olmaktır… Silahlı kuvvetlerin değerleri, asla sivil toplumun ve sivil siyasetin değerleriyle çelişmemelidir… Askeri okullardaki eğitim sistemi değişmeli; mesleki konular haricindeki müfredat toplumun değerleriyle çelişmeyen, çoğulcu, çok-kültürlü bir anlayış istikametinde yeniden düzenlenmelidir… İlgili davanın sonucundan anlaşılan o ki askeri yapıda da değişime dair kıpırtılar var… Malum siyasiler riyakârlıktan vazgeçerlerse “çağdaşlık, mağdaşlık” zırvalarından zihinlerini arındırırlarsa silahlı kuvvetler, halka hesap veren sivil-siyasi otoriteye tabi olacak, toplumun değerleriyle çatışmayacak, istikbal de herkes için güzel olacak…