Sosyolojik açıdan “Kurumsallaşmış siyasî iktidar formu” olduğu söylenen devlet; fonksiyonel açıdan ister klasik-geleneksel örneklerdeki gibi “müşterek iyiliğin en yüksek görünümü ve ahlakî değerlerin cisimleşmiş şekli olarak, erdemli toplumun var oluşunu ve muhafazasını temin eden, itaatin mutlak gerekli olduğu tanrısal bir kefalet” şeklinde tanımlansın, isterse modern örneklerdeki gibi “bir toplumda meşru şiddeti tekelinde bulunduran güç” ya da “egemen sınıfın baskı aracı” biçiminde, her halükârda mensuplarından kendisine itaat edilmesini bekler… Bu gerekliliği sağlayan unsur da meşruiyet denilen şeydir. Yani meşruiyet, devlete niçin itaat edilmesi gerektiğini gösteren etik argümandır. Siyasal eylemlerin kabul edilebilirliğinin temel kriteri meşruiyet ilkelerine uygun olup, olmamalarıdır. Meşru sınırların ötesi, insanlardan talep edilemez… Kısacası meşruiyetten kasıt, devlete itaati etik bir sorumluluk haline getirmek ve devletin varlık sebebini haklılaştırmaktır. En zorba yönetimlerin bile iktidara gelişlerini, toplumun benimseyebileceği kurallara dayandırma girişimlerinin nedeni de budur. Açıktır ki otoriter ve totaliter devletler de mensuplarından, en azından çoğunluğundan sadakat görmüşlerdir…
Şüphesiz, devlete “kurumsallaşmış siyasî iktidar formu” demek, kurumsallaşmamış siyasî iktidar formlarının da var olabileceği anlamını taşımaktadır. Bundan, devletin her zaman var olan genel bir entite (entity) değil, tarihî bir veri olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Devletin tarihî bir veri olduğu kabul edilir ise siyasetin, kurumsallaşmış iktidar formu olan devlette görüldüğü üzere bir yöneten/yönetilen ilişkisinden ziyade, bir kural/uygulama ilişkisi olduğu ve kapsam olarak da devleti aştığı söylenebilir… Geçmişte, toplumların yöneten/yönetilen şeklinde bölünmeden, kural/uygulama çerçevesinde kendilerini idare ettiklerinden ve bu toplumlarda, siyasî iktidarın taraflarından ve ayrışmış bir baskı/onay ilişkisinin bulunmadığından bahsetmek de elbette mümkündür. Böylesi bir yapıda “kural hâkimiyeti” diye adlandırılabilecek bir nihai iktidar ilişkisinin var olduğu kabul edildiğinden, bu modelin benimsenmesiyle insanlık, devlet merkezli bir yapılanmanın değerleriyle determine edilmeksizin, siyasî iktidar çerçevesinde, ancak bir sosyal aşama olarak, devlet de topluma üstünlüğü ya da aşkınlığı iddia edilmeksizin, hayatı anlamlandırma zorunluluğundan tutularak kavranabilecektir…
Acaba siyaseti nasıl tanımlamak gerekir? Siyaset; “yönetme sanatı, yönetim bilgisi” midir yoksa “ilahî hukukun hükümranlığı” mıdır yoksa “birlikte yaşamayı mümkün kılan uzlaşma ve mutabakat” mıdır yoksa “kamusal kaynakların meşru ya da gayrı meşru dağıtım vasıtası” mıdır? Siyasetin yönetme sanatı, yönetim bilgisi olarak tanımı, Antik Yunan dünyasına, Platon’a kadar geri götürülebilir. Bu yaklaşım açısından; ideal şartlarda insan için iyi hayatın bilgisi, bütün felsefî araştırmaların karakteristik hedefidir. Ancak böyle bir hayatın bilgisi sayesinde insanlar arasında doğal ilişkiler anlayışı ve siyasal-toplumsal hayat geliştirilebilir. Yönetimin doğru bilgisi ve niteliksel eşitsiz doğal hukuk prensibi, Platon açısından hem iyi ve kötü devlet formu ayrımının hem de kimin yönetmesi gerektiği probleminin anahtarıdır. “Erdemsizlerin erdemlileri yönettiği siyasal bir yapı iyi bir yapı olarak görülebilir mi?” Elbette herkes her türlü fonksiyonu gerçekleştiremez. Farklı doğal niteliklerinden ötürü doğaldır ki insanların ellerinden de farklı işler gelsin. İnsanlar yaratılıştan birbirlerine benzemezler. Kimi şu işe kimi bu işe daha yatkındır. Bilgi ve doğal yetenek, toplumsal iş bölümünde nerede yer alınacağını belirleyen temel faktördür. Nasıl ki insanın üç temel niteliği vardır ve o, bunların fonksiyonlarına bağlı olarak var olmaktadır; toplum da öyledir. İnsandaki üç nitelik; düşünmek, öfkelenmek ve iştahadır. Bunlardan her birinin, denk düştüğü erdemler ise bilgelik, cesaret ve ölçülülüktür. Bir insanın doğru insan olması bu üç yönün dengesiyle mümkündür. Doğru insan, iştaha ve öfkesini aklın kontrolüne sokabilen insandır. Ancak, doğru insanın mevcudiyeti, doğru toplumun ve doğru devletin varlığına bağlıdır. İnsanın bahsedilen üç yönü, bir arada yaşamayı mümkün kılan doğru, adil, erdemli toplumun üç fonksiyonunun ferde yansımasıdır. Toplumun üç unsuru; yöneticiler, koruyucular ve üreticilerdir. Bu unsurların icra ettikleri fonksiyonlarsa yönetim, güvenlik ve üretimdir. Yöneticiler bilge; koruyucular cesur ve üreticiler de ölçülü-itaatkâr olmak zorundadırlar. Doğru, adil ve erdemli bir toplum böyle bir toplumdur. Kısacası, toplumu oluşturan ve birbirine muhtaç üç sınıf vardır. Kimin hangi sınıfa mensup olacağının kriteri de insanların doğal nitelikleridir. Toplumun doğru, adil ve erdemli toplum olması, her sınıfın kendi fonksiyonunu yerine getirmesine bağlıdır. Fertlere atfedilecek olan değer de şüphesiz fonksiyonlarıyla paralel olacaktır. “Tanrı, toplumun baş tacı etmesi gereken insanlardan, önder olarak yarattıklarının mayasına altın; önderlere yardımcı olarak yarattıklarının mayasına gümüş; üretici olarak yarattığı çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır. Arada bir altından gümüş, gümüşten de altın doğduğu vaki ise de daha çok ‘benzer benzerini doğurur’. Tanrı, önderlere, çocuklara iyi hamilik etmelerini, onların mayalarında ne olduğunu dikkatle araştırmalarını ve herkesi hamuruna göre işe koşmalarını buyurmuştur. Mayası karışık olanların önderlik etmeye başladıkları gün şüphesiz devlet yıkılacak, toplum yok olacaktır”. Platon, yalnızca aristokratik cumhuriyet’in toplumu bir bütün olarak mutlu edeceği kanaatindedir. Çünkü bu tip yönetimlerde kanunların hedefi, bir takım yurttaşlara ötekilerden üstün bir mutluluk sağlamak değil, aksine, yurttaşları ya inandırarak ya zorlayarak birleştirmek ve her birine toplum içerisinde görebileceği iş payını aldırarak, bütün toplumu birlikte mutluluğa götürmek olmaktadır. Aristokratik eğitim, seçkin yurttaşlar yetiştirmeye uğraşıyorsa bu, onların keyiflerince yaşayıp, dilediklerini yapmalarının aksine, devlet düzenini sağlamlaştırmaya yardım etmeleri içindir. Ancak, bir toplumda filozoflar yönetici ya da yöneticiler filozof olmadıkça, aynı insan yahut insanlarda devlet gücüyle akıl gücü birleşmedikçe ve kesin kanunlarla herkese yalnızca ehil olduğu iş verilmedikçe ne herkesin iyiliğine olan aristokratik cumhuriyet kurulabilir ne de kurulmuşsa yaşatılabilir. Böylesi toplumların başı hiçbir zaman dertten de kurtulamaz…
Siyaseti, hukukun tanzimine yönelik dine-vahye dayalı tanrısal bir kefalet olarak tanımlayanlar, teologlardır. Siyasî teoloji, doğruluğuna rasyonel gerekçelere ihtiyaç duyulmaksızın, peşinen inanılan siyasî düşüncedir. Ancak, kutsal ya da kutsal olduğu iddia edilen inanç kaynaklı bu düşünceler, yine de rasyonel zeminde temellendirilir. Bu çerçeveden bakıldığında din, toplumsal ve siyasal düzenin omurgasını teşkil eder. Dinsel otorite ve siyasal iktidar, çoğu kez müşterek olup, bazen dinî önder toplumsal bir sorumluluğu ve siyasal bir rolü üstlenir, bazen de siyasal önder kutsal bir özelliğe sahiptir ve dinî bir fonksiyonu icra eder. Siyasî teolojinin temel ayırt edici özelliği, dinî ve siyasî otoritenin tek elde ve dinî önderin şahsında toplanmasını benimsemesi değil, toplumsal ve siyasal düzenin din ekseninde tanzim edilmesini öngörmesidir. Bir başka ifadeyle, siyasî teolojinin temel özelliği, dinin siyaset üzerinde mutlak belirleyiciliğini benimsemek ve sonuç itibariyle de ikinciyi birinciye tabi kılmaktır. Ortaçağ Hıristiyanlığına ait bu tasavvurun esasen bütün dinler için söz konusu olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir… Siyasî teolojinin ilk savunusu Saint Augustinus tarafından “Tanrı Devleti” (De Civitate Dei) adlı eserinde yapılmıştır. Eserin ana teması, Tanrı’nın hizmetine adanmış bir hayat tarzının tasviridir. Hayat, Tanrı devletinden ve “Yeryüzü Devleti”nden (Civitas Terrena) yana olanların, bir başka ifadeyle Tanrı’nın krallığından ya da şeytanın krallığından yana olanların mücadele alanıdır. Ancak ilahi krallığın ebedi mekânı cennette olduğu için, Tanrı devletinden yana olanların mutlaka yeryüzünde galip gelmeleri icap etmez. Çünkü hayatın maksadı dünyevi egemenlik değil, Tanrı’ya adanmışlıktır…
Siyaseti birlikte yaşamayı mümkün kılan uzlaşma ve mutabakat olarak tanımlayanlar, sosyal sözleşme teorisyenleridir. En önemli temsilcisi de devleti doğal bir organizma ve kralı da gücünü ve yetkilerini Tanrı’dan alan mutlak-monark şeklinde tanımlayan klasik-geleneksel teoriyi reddedip; bir anlamda modern, anayasal demokrasi teorisini geliştiren John Locke’tur. Locke’a göre; siyasî otoritenin ne olduğunu anlamak ve kaynaklandığı kökeni tespit etmek için insanların doğal durumlarını göz önünde tutmak gerekir. Doğa durumu, insanların mülkiyet paylaşımında ve kendi eylemlerinin tanziminde yalnızca doğal hukuka bağlı oldukları ve sadece ona uygun düşündükleri bir özgürlük durumudur. Özgürlük, başkalarının zorbalıklarından ve engellemelerinden uzak olmaktır. Zaten özgürlüğün olmadığı ortamda hukuk da olamaz. Özgürlük, söylenildiği gibi, herkesin her istediği şeyi yapması değildir. Aksine; kişiliğini, eylemlerini, sahip olduğu şeyleri ve bir bütün olarak mülkiyetini, doğal hukukun müsaade ettiği ölçülerde tanzim edebilmesi için, bireyin başkalarının keyfi isteklerinden bağımsız olmasıdır. Bu şekliyle özgürlüğün teminatı doğal hukuktur. Doğa durumu aynı zamanda tüm otorite ve yargılama hakkının karşılıklı olarak herkese ait olduğu ve kimsenin kimse üzerinde herhangi bir egemenlik hakkının bulunmadığı bir eşitlik durumudur. Doğadan kaynaklanan bu eşitlik durumu, karşılıklı sorumluluğun ve adaletin maksimlerinin zeminini de oluşturur. Doğa durumunda insanlar, kendilerine ait hususlarda kontrolsüz bir özgürlüğe sahip iseler de bu, kendi kendilerini ya da başka herhangi birini ve onun sahip olduğu bir şeyi imha özgürlüğünü de içermez. Doğa durumu, herkesin itaat ettiği akıl anlamında, doğal hukukun egemen olduğu durumdur. Doğal hukuk açısından herkes, doğal olarak özgür ve eşittir. Hiç kimse diğerlerinin hayatına, sağlığına, özgürlüğüne ya da mülkiyetine zarar veremez. Doğal hukukun egemenliği, insanların birbirinin kurdu olmalarını engelleyen temel faktördür. Herhangi birinin doğal hukuka aykırı davranması durumundaysa insanların her birinin o kişiyi cezalandırmaya hakkı vardır. Doğa durumunda doğal hukukun müşterek, yetkili bir icra makamı yoktur. Başkalarını temsilen hukuku tatbik etme otoritesine kimse sahip olmadığından, masumları koruma ya da suçluları engelleme yahut da cezalandırma işini herkes kendi başına yapmak durumundadır. Yani doğa durumunda herkes herkesin üzerine bir otoritedir. Ancak bu mutlak ya da keyfi (absolute–arbitrary) anlamda değil, doğal hukukun çiğnenmesi durumunda, misillemede bulunma ya da cezalandırma anlamındadır. Tasvir edilen bu doğa durumuna yönelik olarak elbette şöyle bir soru yöneltilebilir: Herkesin herkesi öldürebildiği bu durumun güvenli bir durum olduğunu söylemek mümkün müdür? Locke, çizilen bu tablonun çok da iç açıcı olduğunu söylemez. Sivil duruma, sivil yönetime geçişin nedeni olarak da doğa durumunun işte bu rahatsız edici yönünü gerekçe gösterir. Onun ifadeleriyle, bu rahatsız edici durumdan ötürüdür ki doğal halde yaşayan insanlar, kendi rızalarıyla ve ahitleşerek, sözleşerek kendilerini sivil toplumun yani devletin üyeleri yaparlar. Sivil toplumda insanları bağlayan hem müşterek bir otorite hem de kendilerine yönelik haksız eylemlerde ya da ihtilafların çözümünde yardıma çağırabilecekleri müşterek bir güç olacaktır. Ancak, insanlar sivil politik duruma geçseler de doğal hakları her zaman bakidir. Zaten sivil politik toplumu oluşturmalarının temel hedefi, sahip olunan bu hakların daha kolay muhafaza edilmesinden başka bir şey değildir. Kısacası; özgür ve rasyonel varlıklar olarak doğan insanların, iradelerine bağlı bir biçimde özgür ve bağımsız eylemlerde bulunmaları, rasyonaliteleri üzerine temellenir. Rasyonalite, insanı hem hukuk çerçevesinde eylemde bulunmaya muktedir kılar hem de eylemlerinin sınırını gösterir. Siyasî otoritenin kaynağı, yalnızca insanların karşılıklı rıza ile gerçekleştirdikleri, anlaşma ve sözleşmeden ibaret olup, sözleşmeler elbette siyasi otorite yani devlet için de bağlayıcıdır…
Siyaseti, kamu kaynaklarının gayrı meşru dağıtım vasıtası olarak tanımayanlarsa anarşist ve sosyalist teorisyenlerdir. Kaynakların meşru paylaşımı kurumsallaşmamış siyasete; gayrı meşru paylaşımı ise kurumsallaşmış siyaset formu, devlete işaret eder… Anarşist ve sosyalistlerin eleştirileri esasta kurumsallaşmış siyaset formuna, devlete yöneliktir… Sosyalist teorinin en önemli temsilcisi Karl Marks’a göre; başlangıçta komünal hayat sürdürülürken doğal işbölümü anlamındaki aile, genişleyerek farklı farklı ve birbirine karşıt ailelere ya da gruplara dönüşünce doğallıktan çıkıp, nicelik bakımından olduğu kadar nitelik bakımından da hem işin ve ürünlerin eşit olmayan bir dağılımını hem de aynı zamanda tek bir ferdin ya da muayyen bir grubun çıkarları ile birbirleriyle ilişkisi bulunan fertlerin yani toplumun kolektif çıkarları arasındaki çelişkiyi meydana getirir. Bu çelişki; esasen özel çıkar ile kolektif çıkar arasındaki çelişki olup, kolektif çıkarı, devlet sıfatıyla ama her zaman aldatıcı bir ortaklık görünümü altında, ferdin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya götürür. İşbölümü tarafından determine edilen bu cinsten bütün örgütlenmelerin arka planında esasen, diğerleri üzerinde egemenlik kurmaya çalışan muayyen bir sınıfın çıkarları bulunur. Buradan çıkarılması gereken sonuç, bu sınıfın, gerektiğinde kendi öz çıkarını herkesin çıkarı olarak ortaya koymak üzere, siyasal iktidarı ele geçirmek zorunda olduğudur. Zaten, kolektif ve kolektif sanılan çıkarlarla gerçekte durmadan çatışan özel çıkarların pratikteki kavgası, aldatıcı kolektif çıkarların devlet biçimindeki pratik müdahalesini ve frenlemesini zorunlu kılar. Şüphesiz, en büyük maddî ve entelektüel işbölümü, köy ile kentin ayrışmasıdır. Kent; köyün dağınıklığının ve sınırlılığının aksine; nüfusun, üretim araçlarının, sermayenin, ihtiyaçların, eğlencenin, vs. bir merkezde toplanması durumudur. Bu ayrışma, aşiret düzeninden devlete, yerellikten ulusallığa geçişle birlikte başlar. Kent ile köyün ayrışması; bir anlamda sermaye ile toprak mülkiyetinin ayrışması, yani sermayenin toprak mülkiyetinden bağımsız bir biçimde gelişmesi, tek temeli emek ile değişim olan özel mülkiyetin başlangıcı şeklinde de kavranabilir. Kentin varlığı; yönetimin, askerin, polisin, adliyenin, verginin, dolayısıyla genel olarak siyasetin zorunluluğunu da içerir. İşte; doğrudan doğruya üretim araçlarının sahipliği ve işbölümüne dayanan bu ayrışmaya paralel, nüfusun iki büyük sınıf halinde bölünmesi ve egemen sınıfın baskı aracı olarak da devletin ortaya çıkması tamamen bu zorunlulukların bir sonucudur. Kısacası devlet, komünal mal birliğinden ayrışan özel mülkiyetin ve özel çıkarların teşekkülü neticesinde, üretim araçlarını elinde tutan sınıfın, diğer sınıfları egemenliği altında tutabilmek maksadıyla, manipülatif kolektivitenin, bir aldatma aracından ibaret olan genel çıkarların muhafazası adı altında örgütlenmesinden ve bu örgütün, toplumun dışında muayyen bir varlık kazanmasından başka bir şey değildir…
Siyasetin tanımına yönelik bu dört teori, esasen siyasî meşruiyetin de dört farklı yorumuna işaret etmektedir… “Kurumsallaşmış siyasî iktidar formu” olan devlet; klasik-geleneksel şekliyle monarşi ya da aristokrasiyse kendini rasyonel yönetim bilgisiyle; teokrasiyse ilahi hukukla yani vahiyle; modern şekliyle anayasal demokrasi ise sosyal sözleşmeyle ve halkın rızasıyla meşrulaştırırken; anarşist ve sosyalist düşünceler, “kurumsallaşmış siyasî iktidar formu”nu pek de meşru bulmamaktadır… Bu dört farklı yorumun Max Weber’in meşruiyetle ilgili teorisine denk düştüğünü söylemek, herhalde yanlış olmayacaktır… Weber’e göre; kurumsallaşmış ya da kurumsallaşmamış siyaset var olacaksa egemenlik altındakilerin, egemen güçlerin sahip olduklarını iddia ettikleri otoriteye itaat etmeleri gerekir. İlke olarak egemenliğin üç içsel gerekçesi ve dolayısıyla temel meşrulaştırılması vardır. Birincisi; geçmişten bugüne süregelenin otoritesi yani hatırlanamayacak kadar eski olan ve uyma ve kabul etme alışkanlıklarının kutsallaştırdığı göreneklerdir. Bu; patriyarkın ve patriyarşinin sahip olduğu “geleneksel” otoritedir. Söz konusu geleneğe mensup olanlar, mensubiyetlerinden ötürü siyasal otoriteye itaat ederler… İkincisi; tanrı vergisi, fevkalade bir takım nitelikleri olduğu kabul edilen insanın otoritesi, yani “karizmatik” otorite. Peygamberlerin de siyaset alanında seçimle iş başına gelen plebisiter yöneticinin de demagogun da mafya babasının da otoritesi böyledir. Bu nevi kişiliklere inanan ve güvenen insanlar da karizmaya duyulan mutlak bağlılıktan ötürü siyasal otoriteye itaat ederler… Üçüncüsü; legal-pozitif kurallara, sözleşmelere dayanan kurumsal, “rasyonel-yasal” otorite. Modern devlet bürokrasisinin ve ona benzeyen tüm siyasal güç sahiplerinin otoritesi de böyledir… Sosyal sözleşmelere katılan veya onları benimseyen rasyonel insanlar, kendi rızalarından ötürü siyasal otoriteye itaat ederler… Birinci ve ikinci tür meşruiyet anlayışları genelde klasik ve geleneksel dönemlere aitken; üçüncüsü modern döneme aittir…
Meşruiyet krizlerine gelince; açıkçası bu krizler daha çok siyasal değişimlerin yarattığı buhranlardan kaynaklanmakta olup, özellikle modern toplumun temelleriyle ilişkilidir. Yeni bir sosyal yapının oluşum sürecinde yerleşik kurumlar ve değerler tehdit edilirse ya da toplumdaki belli başlı gruplar değişme devresinde siyasal talepler ileri sürmeye başladıklarında sisteme dahil olmak için herhangi bir yol bulamazlarsa krizleri kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla sistemin meşruiyet krizlerine maruz kalmaması için topluma mensup grupların ya da üyelerin, siyaset kanallarına katılmalarına kolaylık sağlanmalıdır. Böyle yapıldığı takdirde sisteme sadakat sağlanmış olacaktır. Belli kesimleri siyasete kabul etmeyen ve onların siyasete girmelerini şu ya da bu şekilde önleyen rejimlerde, sistemin dışında kalanlar, şüphesiz sistem karşıtı ideolojilere yöneleceklerdir. İnsanlara devrimden başka bir yolla iktidara katılma imkânı bırakmayan siyasal sistemler, şüphesiz meşruluğun gelişimini köstekler. Bir siyasal sistemin, genel olarak kabul edildiği hallerde bile belli grupların statüsü tehdit edilir ya da siyasete katılmaları önlenirse meşruiyetin varlığı, tabiatıyla tartışmaya açılacaktır. Bu durumun mütemadiyen sürmesi, uzun vadede meşru sistemin dahi istikrarını ve hatta varlığını tehlikeye sokacaktır. Haddizatında meşruiyetin en önemli işareti müşterek kültürün yaratılmasıdır. Böyle bir kültürün yaratılamaması durumunda tarihî tecrübe maalesef krizlerin kaçınılmaz olacağına ve insanların, devlete itaat etme sorumluluğundan çıkacaklarına işaret etmektedir…