20 Temmuz 2015 tarihinde; geçen yıl Eylül ayında IŞİD militanlarının saldırısına uğrayan Suriye’nin Kürt bölgesi Kobani’nin yeniden inşası için çalışmalara katılan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu (SGDF) üyelerinin, Urfa-Suruç Belediyesi’ne ait Amara Kültür Merkezi bahçesinde basın toplantısı yaptıkları esnada bir “canlı bomba”nın kendisini patlatmasıyla meydana gelen meşum, meşkûk ve merdud terör olayı yalnızca 30’un üzerinde insanın ölümüne ve 100’ün üzerinde insanın yaralanmasına yol açmadı aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin temel sorunlarından biri olarak görülen Kürt sorununun çözümüne yönelik tasarlanan “Demokratik Açılım” ya da “Barış ve Kardeşlik Projesi” denilen projenin de isteyerek ya da istemeyerek rafa kaldırılmasına yol açtı…
Suruç katliamı sonrası açıklama yapan “Kürt Hareketi” siyasi kanadı HDP sözcüleri; “bölgenin tekin olmadığını, IŞİD’in sınırda çok rahat hareket ettiğini, durumu defalarca yetkililere bildirmelerine rağmen hiçbir önlem alınmadığını” ileri sürüp Hükümeti suçladı… 22 Temmuz 2015 Çarşamba günü ise silahlı kanat PKK, Fırat Haber Ajansı kanalıyla, Ceylanpınar’da aynı evde kalan iki polis memurunu uyurlarken eve girip, Suruç katliamına misilleme olarak öldürdüğünü ilan etti… Müteakip günlerde de yine PKK saldırılarıyla asker, polis ve korucuların aralarında bulunduğu 40’ı aşkın güvenlik görevlisi maalesef katledildi… Görünen o ki Türkiye Cumhuriyeti devleti, “Gerçek Devlet” olmanın gereğini yapmadığı-yapamadığı takdirde katliamların sonu gelmeyecek…
Gerçek bir devlet; herhangi bir örgüt tarafından, ülkenin şu ya da bu bölgesinde gerçekleştirilen faaliyetlerinden ötürü, mesela yapılan barajlardan ya da yollardan yahut da karakollardan ötürü tehdit edilebilir mi? PKK’nın 12 Temmuz 2015’teki şu mesajına bakın: “Türk devleti ‘Ben devletim, bildiğimi yaparım.’ diyerek 2013 yılı Newroz’unda kamuoyuna duyurulan ateşkese uymamış, sürekli çatışmalara yol açacak edimlerde bulunmuştur. Hâlbuki ateşkes ve çatışmasızlık her gücün ateşkesin başlamasından önceki konumunda kalması; ateşkesi bozacak adımlar atmaktan kaçınması demektir. Türk devleti ise onlarca karakol, askeri amaçlı yol ve askeri amaçlı barajlar yaparak ateşkes koşullarını demokratik siyasal çözüm için değil, yeni bir savaş için ciddi bir hazırlık yapmak ve gerçekleşecek savaşta avantajlı konuma gelmek için kullanmıştır. Özgürlük Hareketimiz Türk devletinin bu tutumunu değerlendirerek bu durumun kabul edilmeyeceği kararına varmış, tüm barajların yapımını durdurma ve bunun için gerilla güçleri dâhil her türlü imkânını seferber etme kararı almıştır. Bundan sonra tüm barajlar, baraj yapımında kullanılan araçlar gerilla güçlerimizin hedefinde olacaktır. Bu nedenle bu baraj yapımını üstlenen müteahhitler ve burada çalışanların tümü derhal bu alanlardan çıkmalıdır.”
Açıkçası bu tehditler gösteriyor ki Suruç katliamı işin bahane tarafını teşkil ediyor… Zaten söz konusu tehditler Suruç katliamından çok önce savrulmuş… Kaldı ki 2013 yılı Newroz’unda kamuoyuna deklare edilen şartlara PKK’nın kendisi uymamıştır… Şöyle ki: 2012’de başlatılan “çözüm süreci”ne istinaden Hükümet’in, tutuklu bulunan PKK lideri Abdullah Öcalan ile yürütülen görüşmeler neticesinde 21 Mart 2013′te, Diyarbakır’da okunmasına izin verdiği mektupta, PKK’nın silahlı güçlerinin Türkiye topraklarından çekileceği ve silahlı mücadeleye son verileceği belirtilmesine ve PKK’nın da 25 Nisan 2013’te, 8 Mayıs 2013 itibarıyla Türkiye topraklarındaki bütün silahlı güçlerini Irak’a çekeceğini duyurmasına rağmen verilen sözler tutulmamıştır… Üstüne üstlük, Hükümet, 1 Ekim 2013’te, süreçle ilgili demokratikleşme paketi açıklayıp; farklı dilde eğitim, seçim barajında değişiklik, eski köy isimlerinin verilmesi, öğrenci andının kaldırılması, ‘x, w, q’ gibi harflerin kullanılabilmesi gibi yeniliklere izin vereceğini beyan ettiği halde… Öte yandan; “Kürt Hareketi” sadece sözünü tutmamakla kalmadı, başka şeyler de yaptı: Mesela; 9 Haziran 2014’te Diyarbakır-Lice’de yaptıkları bir gösteride, 2. Hava Kuvveti Komutanlığı’nın arka kapısının olduğu bölgedeki duvardan atlayarak kışla içinde direkteki Türk Bayrağını indirdi… 8 Temmuz 2014’te barışın sağlanması için Abdullah Öcalan dâhil siyasi mahkûmların bırakılması, Terörle Mücadele Kanununun lağvedilmesi ve anadilde eğitimin önünün acilen açılması gerektiğini söyledi… 10 Temmuz 2014’te, tutuklu “Öcalan’a özgürlük” ve “anayasal güvence” talep etti… 6 Ekim 2014’te, çözüm sürecinde yeni adımlar atılması için hükümete 15 Ekim 2014′e kadar süre verdi… 7 Ekim 2014’te, IŞİD tarafından kuşatılan Suriye’deki Kürt kantonu Kobani için “Kobani’nin düşmesi durumunda çözüm sürecinin biteceğini” belirtti… 8-9-10 Ekim 2014’te, yurt genelinde IŞİD ve Kobani protestoları sonucunda toplam 34 kişinin hayatını kaybetmesine sebep oldu… 11 Ekim 2014’te, Kobani ve Türkiye’de yaşananlardan hükümeti sorumlu tuttu ve bu nedenle de sözde çekmiş bulundukları bütün birlikleri Türkiye’ye geri gönderdiklerini söyledi… Ve gelinen nokta, 90’lı yıllara dönülmesi…
Sormak gerekmez mi “Kürt Hareketi” bütün bunları yaparken Hükümet neredeydi: Bakın, Hükümet sözcüsü ne diyor: “Her şeyden haberimiz vardı, çözülecek diye ümitle bekledik. Onlar ‘çözüm sürecini’ yeniden güçlenmek, silahlanmak, serhildan için fırsat kollamak, devrimci halk ayaklanması için uygun ortamı bulmak amacıyla sinsi bir biçimde kullandılar. Bizi aldatmış kabul edebilirler, biz kendimiz aldanmadık. Her şeyden haberimiz vardı. Ama 78 milyon insanın hatırına, Türkiye’nin hatırına bir gün bu iş çözülecek diye ümitle bekledik. Halk da eleştirmiş olabilir, ‘Bunlar silahlarıyla her gün köylerde ama siz bunlara bir şey yapmıyorsunuz.’ Üzerinde silah olan PKK’lı teröristler karakolun önünden geçiyorlar, askerlere el sallıyorlardı. Asker de onlara hiçbir şey yapmıyordu.’ Durum biraz böyleydi. Ama bunun bir tek sebebi vardı, tekrar terörün hortlamaması, siyasi görüşmelerin, müzakerelerin sonuca ulaşması. Bizim o zamanki düşüncemiz onlar eylem yapmadıkça bizde operasyon yapmayacağız, şeklindeydi. Bu yüzden belki bellerinde, ellerinde silahlarla birileri bir yerden bir yere geçmişlerdir ama biz bunu yine verdikleri söze uygun bir hareket zannederek belki göz yummuştuk bunlara. Ama onlar bu süreci ilerisine bir hazırlık ve hükümeti en zayıf anında vurmak üzere bir operasyon olarak düşündüler. Biz burada iyi niyetle pek çok şeyi yaptık ama onlar hiç bir şeyi yapmadılar. Meğer onlar alay ediyorlarmış. Artık böyle değil. 5 kuruşa simit devri geçti. Böyle olmayacak. Olmaması da lazım…”
Hükümetin “beyin takımı”ndan genel başkan yardımcısı zat da (Hani seçim bölgesinde katıldığı bir programda, elinde mikrofon “sahne sanatçısı” edalarıyla kadınlar ve çocuklarla “Serok Tayyip Erdoğan, salluala Muhammed” diye nakarat tutturan zat.) şöyle diyor: “Bizim için çözüm sürecinin birinci koşulu örgütün silah bırakmasıydı. 2,5 yıl sabredildi. Devlet 2,5 yıldır operasyon yapmıyordu. Devletin operasyon yapmadığı dönemde örgüt her tarafa yığınak yapıyor, her tarafta terör estiriyor, insanları kaçırıyor, adam öldürüyor, karakol kuruyor, vergi daireleri oluşturma gibi faaliyetlerle daha çok palazlanıyordu. Haraç daireleri kurulmuş dağların belli eteklerine. Oralara artık servisler yapılır hale gelmiş. Çözüm süreci baştan itibaren ön koşul olan silah bırakması şartının sağlanmadığı bir süreç olarak devam ediyordu. Birazcık da devletin sabrıyla devletin ne yazık ki göz yumması diyeceğim bir düzeyde devam ediyordu. Kaç tane korucu öldürüldü biliyor musunuz? Sadece çözüm süreci başladığından bu yana 20 tane köy korucusu öldürüldü. Bu böyle devam edemez. Halk güvenlik talep ediyor. Bölgedeki insanlar artık bunlara ne zaman dur diyeceksiniz diyorlar…”
Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söylermiş ya Adalet ve Kalkınma Partisi genel başkan yardımcısının ve Hükümet sözcüsünün dillerinden dökülen inciler de o kabilden… Anlaşılacağı üzere; Türkiye Cumhuriyeti tarihinin temel sorunlarından biri diye görülen Kürt sorununun çözümüne yönelik tasarlanan “Demokratik Açılım” ya da “Barış ve Kardeşlik Projesi” basiretsiz ve kifayetsiz yönetim sayesinde akamete uğramıştır… Cumhurbaşkanı’nın ifadeleriyle, “Türkiye’nin birliğine ve bütünlüğüne kastedenlerle çözüm sürecini devam ettirmek mümkün olmamıştır.” Pekiii mümkün olamaz mıydı? Hikmetinden sual olunmaz ya; Kamu İhale Kanunu’nun 135 maddesini 32 kez değiştiren Hükümet aynı kararlılıkla, siyasi ikbal hesapları yapmadan, gayrı adil yasaları da değiştirebilseydi elbette olabilirdi… Nasıl mı? Şöyle: Taaa başından; terörle haklı talepler ya da teröristle temel-doğal haklarını talep eden Kürt halkı tefrik edilebilseydi; Kürt kimliği gerçekten de tanınsaydı; Kürtçenin özel, kamusal, sivil her alanda kullanımına (anadilde eğitim-öğretim de dâhil) izin verilseydi; Kürt bölgelerinin ekonomik refahı sağlanabilseydi; diğer ülkelerdeki Kürtlerle Türkiye’deki Kürtlerin ilişki kurmaları kolaylaştırılsaydı yani gerçek “hukuk devleti” olunsaydı problemlerin çözülmemesi için bir neden kalır mıydı? Mesela; İskoçlarla İngilizler arasındaki diyalogun bir benzeri, Türklerle Kürtler arasında kurulamaz mıydı? Bütün bunlar yapıldıktan sonra yine de ayrılıkçı terör eylemleri mi gerçekleştiriliyor, o takdirde de devlet haklı pozisyonda bulunup, görevini basiretsizlik ve kifayetsizlikle ihmal etmeden gücünü gösterseydi, terör taban bulabilir miydi?
Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felah
Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-u salah