3 Kasım 2002 tarihinden itibaren “milli irade” vurgusu yaparak girdiği bütün seçimleri kazanan ve sonuçta cumhurbaşkanı da olan Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN, bugünlerde yeni bir polemikle karşı karşıya… Polemik şu: “Madem ‘milli irade’ diyorsun, o halde üniversitelerin rektörlük seçimlerinde de ‘milli irade’ de, akademisyenlerin seçim sonuçlarına saygılı ol, kimi seçmişlerse onu ata…”
Mesela bir köşe yazarı şöyle diyor: “Cumhurbaşkanı Erdoğan önemli bir testten geçiyor. Kendisinden önceki cumhurbaşkanları bu sınavda hep çaktılar. Bakalım, onun söylemleri ile icraatı birbiriyle ne kadar örtüşecek? Siyasetçiler için sandığın yani millet iradesinin üzerinde bir güç yok. Bu söylemi en fazla dile getiren de seçilmiş Cumhurbaşkanı Erdoğan… Geçtiğimiz ay 14 üniversitede rektörlük seçimi vardı. En fazla oy alan 6 aday YÖK’e bildirildi. YÖK de aday sayısını 3’e indirerek, Cumhurbaşkanlığı’na sundu. Şimdi o adaylardan biri Erdoğan tarafından rektör olarak atanacak… Hocaların iradesi hiçbir zaman YÖK’ün umurunda olmadı. Dünkü oylamalar bunu bir kez daha gösterdi. Seçimlerde en fazla oy alan bazı mevcut rektörler alt sıralara indirildi. İndiremezler mi, yetkileri olduğuna göre elbette indirebilirler. Aynı şekilde Cumhurbaşkanı da, kendisine gönderilen üç adaydan herhangi birini rektör olarak atayamaz mı? Elbette atar. İşte o zaman hiç kimse, ne olur, en azından üniversitelerde, demokrasiden, hocaların iradesinden ve seçimlerden söz etmesin…” Bir başkası da şunları söylüyor: “Öyle bir seçim ki bu… Fazla oy almanın… Birinci olmanın… Sandıktan çıkmanın… Kazanmanın… Bir anlamı yok. Yapılan seçim falan değil. Sadece ve sadece üniversite hocalarını aşağılamak, küçük düşürmek.” Diğer biri de şöyle yazıyor: “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, aralarında İstanbul Üniversitesi’nin de olduğu 6 üniversiteye rektör atadı. Ancak, bugüne kadar devamlı sandığa saygı diyen Erdoğan, 6 üniversiteden 3’üne yapılan atamada sandıktan çıkan sonuçları dikkate almadı.”
Demokrasiyi, bütün toplumsal kurumların seçimle şekillendirildiği bir siyasal sistem zannedenler için bu tür talepler suret-i haktanmış gibi gözükse de bir hayli sorunlu… Bu sofistike mantıkla hareket edilirse şöyle de denmesi gerekmez mi: Madem demokrasi var; o halde tabipleri de mimarları da mühendisleri de hakimleri de savcıları da öğretmenleri de akademisyenleri de asistanları da profesörleri de neferleri de generalleri de ya da ne bileyim suçluları da suçsuzları da ve saire ve saire seçimle belirleyelim… Oldukça komik değil mi? Hâlbuki yasa gayet açık… 4 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’na göre rektörlük seçimi şu şekilde yapılır: Görevdeki rektörün çağrısı ile toplanacak öğretim üyeleri tarafından altı rektör adayı seçilerek belirlenir. Belirlenen rektör adaylarından Yükseköğretim Kurulunun seçeceği üç aday atanmak üzere Cumhurbaşkanı’na sunulur. Cumhurbaşkanı bu üç adaydan birini rektör olarak atar. Üniversite veya yüksek teknoloji enstitüsü tüzel kişiliğini temsil eden rektörlerin görev süresi dört yıldır. Süresi sona erenler iki dönemden fazla rektörlük yapmamış olmak kaydıyla yeniden rektör olarak seçilip atanabilirler. Rektörlerin yaş haddi altmış yedidir. Ancak rektör atanmış olanlarda görev süresi bitinceye kadar yaş haddi aranmaz…
Şüphesiz; Türkiye’de üniversitelerin ve üniversite yönetimlerinin çözülmesi kolay olmayan problemleri var. Ancak bu problemler yalnızca rektörlük seçimlerine endekslenemez… Sormak gerekmez mi neden acaba ABD’de ve AB ülkelerinde üniversitelerin bu kadar problemi yok? ABD’de ve AB ülkelerindeki üniversitelerde rektörlük seçimleri ya da atamaları hiç kamuoyunun gündemini oluşturmazken; Türkiye’dekiler niçin oluşturmaktadır? Türkiye’deki üniversiteler onlardan daha mı mühim işlerin üstesinden geliyor? Niçin oralarda rektörlüğe kolay kolay talip çıkmazken, Türkiye üniversitelerinde aslanın ağzındaki parsayı kapma yarışına dönüşüyor? Cevap çok net: ABD’de ve AB ülkelerindeki üniversiteler, üniversal seviyede bilgi, teknik-pratik bir değer üretmekle ve ürettiği oranda pay almakla meşgulken; Türkiye’dekiler üretmedikleri, üretemedikleri bilgi ve teknik-pratik değerleri tüketmek adına imtiyaz kovalamakta… ABD ve AB ülkelerindeki hiçbir üniversitenin rektörünün, Türkiye’deki hiçbir üniversitenin rektörü kadar yetki ve imtiyazla donatılmadığını söylemek şaşırtıcı gelebilir mi acaba? ABD ve AB ülkelerinde, herhangi bir üniversiteye alınacak bir profesör, doçent ya da asistan yahut da müstahdem için, rektörün tek başına, mutlak yetkilerle karar verdiği düşünülebilir mi? Adına “seçim” denilen “şaklabanlık” üzerinden polemiğe girileceğine sistemin ABD ve AB ülkelerindeki gibi üniversal seviyede bilgi ve teknik-pratik değer üretir hale dönüşmesini istemek gerekmez mi?
Seçimde birinci gelmiş ama atanamamış bir profesörün şu açıklamalarına bakın: “YÖK, her 2 öğretim üyesinden birinin oyunu alan adayı ikinci sıraya düşürerek öğretim üyelerinin iradesini hiçe saymıştır. ……….Üniversitesi sadece bilim ve eğitim kurumu değil, modern Türkiye’nin inşasında önemli rol üstlenmiş bir kurumdur. ……….Üniversitesi’nin tüm bileşenleri, öğretim üyelerinin iradeleri yok sayılarak belirlenen bir yönetimi kabul etmeyecek, antidemokratik uygulamalara karşı mücadele sürdürülecektir…” İyi de adama demezler mi rektörlük seçimiyle ilgili yasa açık değil mi? Koca koca profesörler yasada yazılanları anlamıyorlar mı? 35 yıldır yürürlükte olan ve Atatürkçülük adına gerçekleştirilen askeri darbenin ürünü bu yasaya istinaden, bırakın seçim kazanmayı, sadece bir (1) oyla Atatürkçü denilen tipler rektör atandığında niçin Atatürkçü “demokratlar” olarak sesiniz, soluğunuz çıkmıyordu? O günlerde çoğunluğun oyunu almış olan adaylar atanmadıklarında öğretim üyelerinin iradesi hiçe sayılmış olmuyor muydu? Niçin o tarihlerde “öğretim üyelerinin iradeleri yok sayılarak belirlenen bir yönetim kabul edilmeyecek, antidemokratik uygulamalara karşı mücadele sürdürülecektir…”, demiyordunuz? Hangi gerçek demokratik ülkede üniversitelerin modernite inşa etmek gibi bir vazifesi varmış? Demokratik ülkelerden kastınız AB ülkeleri ve ABD ise bilmiyor musunuz ki UNESCO’ya göre, “Akademik özgürlük, akademik topluluğun başkalarının siyasî, felsefî veya epistemolojik inanç ve düşüncelerine bağımlı olmaksızın, kendi fikirlerine göre bilimsel araştırmalarını yapabilmeleri”dir…
Seçimde ikinci gelip de rektör atanan profesörün beyanı da enteresan… Şöyle diyor: “Cumhurbaşkanı, adaylar arasından birini seçer ve rektör olarak atar. Ancak ne yazık ki bazı çevreler tarafından bu sürece tesir edilmeye çalışılmakta, 3 aşamalı atanma sürecinin ilk aşamasını oluşturan seçim aşaması, sürecin tamamı gibi gösterilmeye çalışılarak Yükseköğretim Kurulu ve Cumhurbaşkanlığı, belirli bir adayı atamaya zorlanıyor. Konuyu siyaset malzemesi haline getirmeye; öğrencilerimizi ve akademik personelimizi gruplaştırmaya kimsenin hakkı yoktur.” Doğrusu “gassalın elindeki meyyit” bile maruz kalınan muamelelere bu kadar duyarsız değil… Taraftarı olduğu Erzurum Sporun maçlarına giden Erzurumlu nüktedan merhum Naim Hoca, takımı gol atsın istediğinde “İsabet ya Resulullah” diye tezahürat yaparmış… Sayın profesör de öyle yapıyor, nasılsa rektörlük ona isabet etmiş… Sistem sorgulaması yok; “Hep bana, Rabbena”… İki adet koskoca tıp fakültesinin bulunduğu bir üniversitede rektöre düşecek DÖNER SERMAYE ne kadardır kim bilir? Muhakkak ki DÖNER SERMAYE üreten başka mekanizmalar da vardır. Yasal da olduğuna göre, ye ye bitmez… Mehmet Akif’in “Menfaattir insanları getiren vecde” mısraı kimin için söylenmiş? Yeri gelmişken Tevfik Fikret’i anmamak da olmaz: “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” Eyy muhafazakârlar, hani ya, komşusu aç iken tok yatan sizden değildi… Bilmez misiniz ki mesele yasallık değil, “MEŞRU”luktur… Sizin için meşruiyetin kaynağı İslam değil mi yoksa??? Bilmiyor musunuz, Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre “zina etmek” yasaldır; yani suç değildir (Malum; Ak Parti Hükümeti, Avrupa Birliği’nin baskıları sonucu, 2004 yılında yürürlüğe koyduğu Türk Ceza Kanunu’ndan, daha önce var olan “zina suçu”nu çıkarmıştır)… Peki “zina etmek” size göre meşru mu oldu??? Bir şeyin yasal olması, meşru olduğu anlamına gelebilir mi??? Ne Güzel Döner Ne Güzel Sermaye… Dön Baba Dönelim Hacılara Gidelim…
Küçücük bir taşra üniversitesi, Aksaray Üniversitesi‘nin rektörü Mustafa ACAR da; dekan atanmasını YÖK’e teklif ettiği yardımcısı ve mesai arkadaşı Yusuf ŞAHİN, rektörlük seçimlerinde kendisine rakip olunca (Yedikleri DÖNER SERMAYE payları değişeceğinden…) bakın ona nasıl mesaj gönderiyor: “Davacıyım! Ahde vefasızlık yapanlardan, söz verip dönenlerden, ikiyüzlülerden, yüzüne gülüp kuyunu kazanlardan, ekmek yediği tekneye tükürenlerden, küçük hesapçıların dolduruşuna gelenlerden, kendisine imkânlar sunanlara ihanet edenlerden, makam ve mevki için arkadaşını satanlardan, hem bu dünyada, hem ahirette davacıyım…” Güzel de adama demezler mi Müslümanlar için “emrü bi’lmaruf”un dışında ahid de akid de itaat de ne ola ki??? Birilerinin rektör kalması “emrü bi’lmaruf”un mu gereğidir? Müslümanlar “Bezm-i Elest”te birilerinin rektör kalmasına mı söz verdiler? “Bezm-i Elest”te verilen böylesi bir söz yoksa, kim hangi sözden dönmüş, riyakârlık yapmış oluyor? Aleni rekabet niçin yüze gülüp, kuyu kazmak olsun? Kamu görevlilerinin, fonksiyonlarından ötürü kamudan aldıkları ücret herhangi bir şahsın özel teknesinden mi çıkıyor ki o şahsın teknesine tükürmüş olsunlar? Yoksa kamu üniversitelerindeki rektörlükler kamusal bir görev değil de şahısların özel mülkü mü oldu? Kamu görevleri, kamuya ait statüler olmaktan çıkıp, şahısların birilerine lütfedip sunduğu özel imkânlar haline mi dönüştü? Makamlar ve mevkiler madem önemsiz, ille de birilerinin olsun diye ısrar ne içindir? Yoksa siz de İkinci Beyazıt’ın; Cem Sultan’ın “Sen, bister-i gülde yatasın şevk ile handan, Ben kül döşenem külhan-ı mihnette sebeb ne” sorusuna verdiği; “Çün ruz-i ezelde kısmet olunmuş bize devlet, Takdire rıza vermeyesin böyle sebeb ne” cevabı gibi cevap mı veriyorsunuz insanlara??? Bürokratik hiyerarşide “Üstüne Abd, Astına Rab” olmak, hangi Müslümanın akidesidir??? Türkiye’de, rektör atamalarında kriter, kişisel-ideolojik ilişkiler değil de liyakat ve ehliyet mi sanıyorsunuz???
Denilebilir ki peki rektör Mustafa ACAR‘ın hiç mi haklı tarafı yok? Belki de vardır… Şayet aday olan Yusuf ŞAHİN, evveliyatında rektörüne bir takım sözler vermişse, her hal ve şartta onu destekleyeceği hususunda ahitleşmişse, mesela; “seçimlerde değil size rakip olmak, size verilecek tek oy olacaksa o da benim oyum olacaktır” mealinde cümleler sarf etmişse; rektörünü, ona Allah tarafından lȗtfedilen rızıkta, yalnızca bir vesile değil de “Mün’im-i Hakiki” zannetmişse; maalesef onun yavelerinin de elbette “irapta mahalli yoktur”… Ne yazık ki günümüz Müslümanları kendilerini İslam’a nispet etseler de ne yönetici pozisyonunda bulunanlar; Halife Ebu Bekir gibi; “Ben, en faziletliniz olmadığım halde üzerinize yönetici tayin edildim; ma’ruf üzre gidersem bana tabi olunuz; eğer bir hata yaparsam, bana itaat etmeniz gerekmez.” diyebilmekte; ne de yönetilen pozisyonunda bulunanlar; Halife Ömer’in; “Bir hata yaptığımda beni nasıl düzeltirsiniz?” sualine, “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz Ey Ömer.” diyen Sahabe gibi cevap verebilmekte…
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun rektörlükle ilgili maddelerini bile bile sürece dâhil olan fakat neticesine itiraz etmeye kalkışan profesörlerin durumunu Nasreddin Hoca’nın malum fıkrası sizce de güzel anlatmıyor mu??? Hoca; Konya kadısından, kendisiyle alakalı davanın kararını bir an önce vermesini ister… Ancak, kadı her görüşmede “Bir kaç gün sonra gel.” diye onu oyalar… Dostları; Hoca’yı, “Kadı, rüşvetçi bir adamdır, rüşvet vermezsen iş gördüremezsin.” gibisinden uyarır… Bunu öğrenen Hoca; kadıya bir çömlek bal götürür ve hemen o gün istediği kararı elde eder… Akşamüzeri balın tadına bakmak isteyen kadı, bir de ne görsün, çömleğin üstünde iki parmak bal var, dibi ise tezek dolu… Ertesi sabah kadı; mahkeme muhzırına, “Hoca’yı bul, kararda bazı bozukluklar olduğunu söyle ve onu hemen bana getir.” diye emir verir… Hoca derhal bulunur ve mahkemede kadının huzuruna çıkarılır… Kadı kükrer: “Sen akşam yemeğinde bana tezek mi yedirecektin?” Hoca; “Kadı Efendi, sen o tezeği akşam yemeğinde değil, kararı vermek için çömleği alırken yemiştin zaten” der…
Yani; tezeğe maruz kalmak istemeyenler, önce bozuk sisteme itiraz etmelidir!?