Ogünleri yaşayanların malumu; 12 Eylül 1980 Cuma günü sabah saat 4 sularında Türkiye Radyo Televizyonları, TRT spikeri Mesut Mertcan’ın okuduğu şu bildiriyle yayına başladı: “Yüce Türk Milleti; Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bu bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir. Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür. Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı organları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür… İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu’nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur…”
İktidardan alaşağı edilen dönemin Başbakanı Süleyman DEMİREL bu palavralara haklı olarak şu cevabı vermişti: “11 Eylül günü akan kan, 13 Eylül günü durmuştur. 13 Eylül günü duran kan, 11 Eylül günü niye akıyordu derseniz bunun cevabı yoktur. Bu bir iktidarı ele geçirme hareketidir. İktidarı ele geçirmeyi aklına koyanlar genellikle bizim ülkemizde silahlı kuvvetleri kullanırlar…” Palavraların hakikatteki karşılığı “DARBE” idi ve sonuçları da elbette ki felaketti… TBMM kapatıldı, anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu. Tüm yurtta estirilen gerçek terör sayesinde 650 bin kişi gözaltına alındı. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı. 517 kişiye idam cezası verildi. Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si “ibret-i âlem” olsun diye hemen asıldı. Cezaevlerinde toplam 299 kişi şüpheli bir biçimde hayatını kaybetti. 14 kişi açlık grevinde öldü. 43 kişinin intihar ettiği söylendi. 73 kişiye doğal ölüm raporu verildi. 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi. 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için kamu görevinden atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı. 30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına kaçmak zorunda bırakıldı ve saire ve saire ve saire… Darbenin ardından; askeri yönetimin belirlediği “Danışma Meclisi”nce hazırlanan “Anayasa”, 7.11.1982’de yapılan ve aleyhte konuşmanın ve propagandanın yasak olduğu “güdümlü referandum” neticesinde yüzde 92’lik “evet” oyu ile kabul edildi… İşte o tarihten beri dayatılan “Milletvekilliği Yemin Metni” öylesi bir anayasanın 81. Maddesini teşkil etmekte: “Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim…”
Bu yemin metnine asıl itiraz etmesi gerekenler “muhafazakâr demokratlar” olmalıyken, maalesef o cesareti göze alamadıklarından (Hikmetinden sual olunmaz ya nasıl oluyorsa oluyor Kamu İhale Kanunu’nu 162 kez değiştirmeyi göze alabiliyorlar.); HDP Ağrı Milletvekili Leyla ZANA, ilkin 24 yıl önce 6 Kasım 1991’de ve ikinci kez de 17 Kasım 2015’te bu cesareti gösterdi… 17 Kasım 2015 yemin merasiminde; ZANA, sözlerine önce Kürtçe “Onurlu ve kalıcı bir barış umuduyla” diyerek başladı, metni okudu, metnin sonundaki ‘Türk Milleti’ ifadesini de sehven ‘Türkiye Milleti’ olarak okudu ve kürsüden ayrıldı. TBMM Geçici Başkanı Deniz BAYKAL, yeminin, yanlış okunmasından ötürü geçersiz olduğunu ve tekrarlanmasını istediyse de ZANA, “Bazı şeylerin değişmesi gerek, kesinlikle tekrar yemin etmeyeceğim” diyerek, Genel Kurul’u terk etti ve gül gibi yeni bir krizimiz daha doğmuş oldu… Oysaki hukuk dışı yollarla iktidara geçerek hukuksuzluğunu “hukuk” diye zorla kabul ettirmiş, gücünü baskı ve zulüm vasıtası haline getirmiş, bu nedenle de meşru olmayan, diktatöryal bir iktidarın sözde anayasasına karşı, zulüm ve baskıdan kurtulmak ve hukuka dönüşü sağlamak maksadıyla “direnmek” en temel en doğal hak değildir de nedir? İşin garip tarafı da ZANA’ya en ağır eleştiriyi “muhafazakâr demokratlar”ın genel başkan yardımcılarından birinin yöneltmesidir… Bakın ne diyor: “Leyla ZANA, 24 yıl aradan sonra yeni bir krizin nedeni oldu. Milletvekili yeminindeki Türk milletini çıkararak, Türkiye milleti demeyi tercih etti. Türk yerine Türkiyeli tabiri Türk’e duyulan bir hazımsızlığı gösteriyor. Türkiyeli kelimesi de menşeini, Türk’ten alıyor. Türk bu topraklara geldikten sonra bu topraklar Türkiye olmuştur. Türkiyeli ibaresi öteden beri Türk milletine düşmanlıkta birleşenlerin kullandığı bir kavram. Kullananlar da bu amaçla kullanıyorlar… Bu tür yasa tanımazlıklara, efelenmelere, ucuz kahramanlıklara taviz vermek bundan sonra da benzer davranışları teşvik etmek, yasaları yasa dışı yollarla anlamsızlaştırmanın yolunu açmaktır. Yüzde beşlik bir partinin bu milleti, meclisini, sokağını esir almasına müsaade edilmemelidir. Her milletin bir adı bir kimliği vardır. O addan o kimlikten vazgeçilmesini istemek, o milletin bütün müdafaa bentlerini yıkmak kendini savunacak manevi dayanaklarını ortadan kaldırmaktır. Milletin olmadığı yerde dış ve iç toslamalara karşı milli bir müdafaa, ortak bir tavır ve dayanışma da olmaz… Yemin edeceğim derse girer genel kurula yeminini yapar. Ama yemin etmeyeceğim derse vekilliğinin düşürülmesi gerekir… Zaten genel kurula gelse ne olur gelmese ne olur. Bu zaten afedersin ilkokul mezunu, ortaokul ve liseyi dışarıdan almış bir kadın. Şov yapma lüzumu hisseden bir tane ucuz polemik konusu oluşturmak istiyor başka bir şey değil ki…”
Allah’tan ki “muhafazakâr demokratlar”ın hepsi böyle düşünmüyor. İçlerinde sağduyulular da var… Bir diğer genel başkan yardımcısı da olayla ilgili şöyle diyor: “Hiçbir demokratik ülkenin meclisinde ve anayasasında olmayacak şekilde kötü yazılmış bir yemin metni. İdeoloji kokan, ayrımcılık kokan, baştan sona imla hatalarıyla dolu, tabi ki darbe dönemlerinin anayasasının yemin metnidir… Bu yemin metnini çok beğendiğimiz için, içimize sindiği için yemini yapmış değiliz… Darbe ürünü, 82 Anayasası yürürlükte kaldığı sürece tabii ki bu yemin metni tartışılmaya devam edecek… Bu nedenle diyorum ki bir an önce bu darbe ürünü anayasa yerine sivil anlayışla yazılmış anayasayı TBMM yürürlüğe koyabilmelidir. Bizim yeni anayasada, sivil anayasada ön gördüğümüz yemin metnimiz her türlü ideolojiden uzak, ayrımcılıktan uzak çağdaş ve demokratik bir ülkede, mecliste bulunması gereken üstüne ant içilmesi gereken bir metin. İzin verirseniz bizim anayasa değişikliğinde, yani yeni anayasa tasarısındaki yemin metnini sizlerle paylaşmak istiyorum”: “İnsan haklarına, hukukun üstünlüğüne ve demokrasiye bağlı kalacağıma, devletin bağımsızlığını, milletin bağımsız şartsız egemenliğini koruyacağıma, mukaddesatım ve şerefim üzerine yemin ederim…”
Önerilen yeni metnin, 12 Eylül “Darbe Anayasası” metniyle mukayese edilemeyeceği açık… Ancak yemin metninin değiştirilmesini yürürlükteki anayasanın topyekûn değiştirilmesine endekslemek pek de anlamlı değil… Yeter ki “muhafazakâr demokratlar” tutarlı olup, gerçekten de meşru devlet, “Hukuk Devleti”ni realize etmeyi istesinler… Bir yandan “Hukuk Devleti”ni realize etmeyi istiyormuş gibi görünüp, bir yandan da Tekparti Diktatörlüğü ideolojisinden meşruiyet devşirmeye çalışmak elbette inandırıcılığı ve güvenilirliği zedeler… Hukuk Devleti’nde insanların Atatürkçü (neyse o) olma, Atatürk ilke ve inkılâplarına (nelerse onlar) bağlı kalma gibi mecburiyetlerinden söz edilemez… Hatırlatmak gerekirse; hukuk devleti deyiminin üç anlamı vardır: İlki, toplumu teşkil eden bütün fertlerin hukukî eşitliği. İkincisi, sözleşme hukukunun mutlak üstünlüğü. Üçüncüsü de devleti sınırlandıran anayasanın insan haklarının kaynağını değil, neticesini ifade etmesi. Hukuk devletinin formel ölçütü; kamu gücü olarak devletin, hukukla ve kanunlarla sınırlandırılmış, hukuka ve kanunlara tabi kılınmış ve tasarruflarının bağımsız mahkemeler tarafından sorgulanabilir olması; muhteva bakımından ölçütüyse; kamu gücü olarak devletin, adaleti tahakkuk ettirme vazifesiyle tavzif edilmesidir. Hukuk devleti, pozitif hukuku olan devlet demek değildir. Bir devletin pozitif hukuk sistemindeki kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve benzeri çokluğu, o devletin hukuk devleti olduğuna delalet etmez. Adaleti gerçekleştirmeye yönelik değil, egemen sınıfın çıkarlarını gözetmeye yönelik olan yasal düzenlemeler asla hukuku ifade etmezler… Nazizm’in, Faşizm’in, Stalinizm’in ya da Kemalizm’in her hususta ve bir hayli de ayrıntılı yasal düzenlemelerinin olması, onları hukuk devleti yapmaz. Temel ve Doğal İnsan Haklarını tanımayan bir devlet, asla hukuk devleti olamaz. Bir devletin gerçekten hukuk devleti olabilmesi için her şeyden önce orada bütün fertler için “İnsan Hakları”nın yürürlükte olması lazımdır. Adaletin asgari şartı budur. Bırakın halkının Dinini, Kur’an’ını, Ezan’ını; halkının müziğini bile (Türk Müziği) yıllarca yasaklayan Kemalci Tekparti Diktatörlüğü, bugün dahi gerçek Cumhuriyet’e evrilmemişken; Hukuk Devleti nasıl olabilir??? “Cumhuriyet” de “Hukuk Devleti” de olmayan diktatöryal bir devletin gayrı meşru anayasasına karşı; insanların temel, doğal haklarından “Direnme Hakkı”nı kullanmaları gayet tabii değil midir???