Latince orijinaliyle “universitas” kavramı “kurum-cemiyet” anlamında; Ortaçağda yalnızca loncalara verilen bir isimdi. Bu kavram daha sonra aşamalı olarak eğitim-öğretim alanına da taşınmış ve yükseköğretimi nitelemek üzere “universitas magistrorum et scholarium” şeklini almıştır. “Universitas magistrorum et scholarium” Türkçe’ye çevrildiğinde kabaca “talebeler ve hocalar topluluğu” demektir. Hıristiyan katedral ve manastır mekteplerinin gelişiminin sonucu kurulan söz konusu bu üniversiteler; üniversal düzeyde bilgi üreten hakiki üniversite olarak kabul edilemez ise de Avrupa yükseköğretiminin gelişimini inceleme hususunda faydalı bir rehber niteliğindedirler.Küçük yerleşim bölgelerinde eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdüren katedral ve manastır mektepleri; öğrencilerle ahali arasında gerilimler yaşanması sebebiyle şehir merkezlerine taşınıp birleştirilince; University of Bologna (1088), University of Paris (1150), University of Oxford (1167), University of Modena (1175), University of Palencia (1208), University of Cambridge (1209), University of Salamanca (1218), University of Montpellier (1220), University of Padua (1222), University of Toulouse (1229), University of Orleans (1235), University of Siena (1240) ve University of Coimbra (1288) adlı ilk üniversiteler, yerel yönetimlere karşı kendilerine İmparatorluk tarafından ayrıcalık tanınan ve korunan öğretmenler ve öğrencilerin özel korporasyonları olarak teşekkül etmiş oldu.
Ortaçağ’da öğrenciler, Kilisenin legal koruması altında tutulurlar ve herhangi bir suç işlediklerinde de yalnızca Kilise mahkemelerince sorgulanırlardı. Korporal ve yerel cezalar onlar için söz konusu değildi. Öğrencilere verilen bu ayrıcalık onları seküler hukuka karşı suiistimallere sevk ettiğinden ciddi sonuçlara da yol açıyordu. Ahalideki hoşnutsuzluğun asıl sebebi de buydu. Öğrenciler zaman zaman bir şehirde boykot yapar ve yıllarca oraya dönmezlerdi. Mesela; öğrenciler tarafından başlatılan isyan sonrası 1299’da Paris Üniversitesinde gerçekleştirilen boykotta çok sayıda öğrenci ölmüş, boykot da yaklaşık iki yıl sürmüştü. Bu türden ilk özerklik; Roma-Germen İmparatoru I. Frederick tarafından 1158’de Bologna’daki öğrenci ve öğretmenlere tanınır. Bunu; Papa III. Alexander’ın, eğitim-öğretim kalitesini korumak üzere zorunlu hale getirdiği 1179’daki öğretmenlik yetkisi ve ücreti tanıyan lisanslı eğitim-öğretim (licentia docendi) uygulaması izler. Lisanslı eğitim-öğretim (licentia docendi) uygulaması, zamanla üniversitenin tek ve en önemli belirleyici özelliği sayılan kurumsal özerklik sembolü haline gelecektir.
Ortaçağ üniversiteleri; öğretim üyelerine ödenen ücretler çerçevesinde genelde üç farklı şekilde yapılanmışlardır. İlki, ücretlerin öğrenciler tarafından ödendiği Bologna uygulamasıdır. İkincisi; ücretlerin Kilise tarafından ödendiği Paris modelidir. Üçüncüsü de Oxford ve Cambridge modelleridir. 1538 sonrası dönemlerde İngiltere’de Manastırların feshedilip, Katolik kurumlar bütün prensipleriyle kaldırılınca, üniversiteler ağırlıklı olarak kraliyet-devlet tarafından desteklenir. Bu farklı yapılanmalar; diğer karakteristikleri de farklılaştırmıştır. Bologna Üniversitesinde yönetimi belirleyenlerin öğrenciler olması sebebiyle öğretim üyeleri büyük baskı ve dezavantaja maruz kalırken; Paris Üniversitesinde, her şeye öğretim üyeleri karar vermektedir. Oxford Üniversitesinde ve Cambridge Üniversitesinde ise daha eklektik bir yapıya sahiptir. Bologna’da öğrenciler daha çok seküler ve sanat konularını tercih ederken; Paris’te ana konu teoloji; Oxford ve Cambridge ise hukuk, tıp ve teknik konular ön plandadır.
Ortaçağda öğrenciler, üniversiteye on dört, on beş yaşında girerlerdi. Dersler sabah beş ya da altı da başlardı. Üniversite eğitimi; altı yıl bakalorya ve ilave master ve doktora ile on iki yılda tamamlanırdı. İlk altı yıl faculty of arts tarafından organize edilirdi ve orada yedi özgür sanat; aritmetik, geometri, astronomi, müzik, gramer, mantık ve retorik öğretilirdi. Bachelor of Arts derecesine sahip olan öğrenciler daha ileri seviye eğitim-öğretim, Master ya da Doktora için diğer fakültelere; hukuk, tıp, teoloji fakültelerine giderlerdi. Şüphesiz, en prestijli ve en zor alan teolojiydi. Üniversitelerin kalitesi Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ve Kilise tarafından Generale Stadium olarak tescillenir ve bu kurumların üyeleri bilgiyi Avrupa çapında yaymak üzere, sık sık farklı bir Studium Generale’de ders vermek için de teşvik edilirdi. Rönesans ve erken modern dönem bilimsel gelişmeleri Skolastik üniversitelere çok şey borçludur. Kopernik, Galileo, Kepler, Newton modern Avrupa’da zorba olduğu iddia edilen Skolastik üniversitelerin sıra dışı ürünleridir.
Yükseköğretim kurumu mahiyetindeki bu üniversitelerin Ortaçağ Avrupa’sında Bologna, Paris, Oxford, Cambridge sıralamasıyla kurulduğu ileri sürülse de yükseksek öğretim faaliyetlerinin tarihinin çok daha eskilere dayandığını söylemek yanlış olmasa gerektir. Antik Yunan felsefe mektepleri, Akademya, Likeon, İskenderiye, Antakya, Harran mektepleri, ilk İslam üniversitesi mahiyetindeki Beyt’ül-Hikme (830), Nizamiye Medresesi (1066) ve özellikle Endülüs Medreseleri şüphe yok ki Avrupa’daki ilk üniversiteleri büyük ölçüde etkilemişlerdir. Tüm Ortaçağ boyunca Avrupa üniversitelerine egemen olan Aristotelyen düşünceler, İslam medreseleri aracılığıyla öğrenilmiştir.
Ortaçağ üniversiteleri modern üniversitenin prototipi sayılabilir ise de “üniversal düzeyde bilgi üreten yükseköğretim kurumları” olarak üniversiteler asıl fonksiyonel özelliklerini Rönesans sonrası kazanmıştır. Hümanizm, Protestanlık, Kapitalizm ve Ulus-Devlet anlayışı üniversite zihniyetini tamamen dönüştürmüştür. Ortaçağ “universitas”ının görünüşteki birliği Rönesans’la yerini ulusal özelliklere ve yerel uygulamalara terk eder. XVI. Yüzyılda filolojinin yenilenmesi, XVII. Yüzyılda bilim dünyasında (Harvey, Descartes ve Newton) ve modern hukuktaki (Grotius, Pufendorf) atılım, XVIII. Yüzyılda Aydınlanma temel dönüm noktalarıdır. Aydınlanma düşüncesiyle birlikte üniversiteler genellikle devletlerin ve sanayinin ihtiyaçlarına çok daha uygun tavırlar takınarak gerçek anlamda bir modernleşme eğilimini yansıtırlar. 1860-1940 yılları; eğitim tarihçileri tarafından yükseköğretimin meslekileşmesi, eğitim ve araştırmanın birleştirilmesi, bireysel farklılaşma ve küresel yayılma olarak tanımlanır. Bu dönemde en azından müşterek bir nitelik ortaya çıkar: Yükseköğrenim bireylerin sosyal saygınlığı, ulusal kabul görme, ulusal ve uluslararası bilimsel ve ekonomik gelişme, elitlerin ve toplumsal kadroların formasyonu ve yükseköğrenime kadınların da kabulüyle cinsiyetler arasındaki eşitliğin gelişmesi için vazgeçilmez bir araçtır. İkinci dünya savaşı sonrası yükseköğrenimin işlevi tamamen değişmiş; eğitim ve öğretimin pratiğe, faydacılığa ve uzmanlaşmaya doğru kayması engellenememiştir. Amerika’nın üstünlüğünü kabul ettirdiği bu modelde modern çalışma alanlarının; öğretim, bilimsel araştırma, mühendislik ve teknisyenliğin ağırlığının arttığını; buna karşılık kamuda çalışmak gibi eski iş alanlarında bir gerilemenin yaşandığını söylemek mümkündür.
Türkiye’ye gelince; 1869, 70, 71, 74 ve 81’deki başarısız denemelerden sonra Sultan Abdulhamid’in izniyle 1900 yılında bir yükseköğretim kurumu olarak tesis edilen Osmanlı Daru’l-Fünunu’nun; Batıdaki muadilleri kadar belki olmasa da Cumhuriyet dönemi muadillerinden çok daha kalifiye ve fonksiyonel olduğunu söylemek abartı olmasa gerektir. Üniversite reformu adıyla 1933’te gerçekleştirilen değişimin mahiyeti dikkate alınırsa hakikatin öyle olduğu daha kolay kavranacaktır. Cumhuriyet kisvesi altında Tekparti Diktatörlüğü inşa eden yeni idarî kadronun absürd “Dil ve Tarih Tezi”ni savunmayı ve öğretmeyi reddeden mevcut 114 müderristen 100’ü görevine son verilerek Daru’l-Fünun’dan uzaklaştırılmıştır. 1933 Temmuzunda çıkarılan bir kanunla Daru’l-Fünun lağvedilip yerine İstanbul Üniversitesi kurulduğunda gerekçe Maarif Vekili Dr. Reşit Galip tarafından “siyasi, İctimai büyük inkılaplar karşısında bitaraf bir müşahit olarak kalınması” gösterilmiştir. Öğretim üyesi atamalarında aranılan kriterin ne olduğuysa Maarif Vekili Dr. Reşit Galip’in 12. 9. 1933 tarihli Milliyet’te yer alan tebliğinde “ilimden ziyade idealistlik ön planda tutulmuştur” sözleriyle ifade edilmektedir. Bu tarihten itibaren Osmanlı döneminde tanınan idari ve mali özerklik de kaldırılarak üniversite yöneticileri ile profesör ve doçentlerin tayin ve azil yetkileri Maarif Vekâleti’ne verilmiştir. Üniversitelerin sözde Cumhuriyet devri boyunca serbest eleştiri ve bilimsel değer üretme vazifelerini yerine getirememelerinde, öğretim üyelerinin şahsi kusurları ve kaliteleriyle birlikte bu ağır siyasi kontrolün büyük rolü olduğu apaçıktır. 1980’lere kadar üniversitelerinin Türkiye’deki rolünün egemen ideolojinin yeniden üretimi ve var olan sömürü ilişkilerine meşruluk kazandırma işlevi olduğunu inkâr etmek kolay değildir. 80 sonrası değişimin istenilen ölçülerde olduğunu söylemek de herhalde aşırı iyimserlik olsa gerektir. Liyakat, ehliyet ve fonksiyonelliğin bugün dahi dikkate alınmadığı şüphesizdir.
Günümüz itibarıyla Türkiye üniversitelerinin çözmek zorunda olduğu iki büyük sorun vardır. Birincisi, yükseköğretimden beklenen kaliteyi tutturmak; ikincisi de yükseköğretim ve araştırma arasındaki korelasyonu sağlamaktır. Geleceğin inşasında en önemli araç olması gereken üniversitelerdir. Açıktır ki toplumsal sorunları çözmek üzere düşünce üretmek de ekonomik gelişimi sağlamak üzere değer üretmek de üniversitelerin sorumluluk alanındadır. Sosyal bilimlerden beklenen entelektüel seviyeyi yükseltmek, mühendislik-fen bilimlerinden beklenense üst seviyeden bir hayat tarzını mümkün kılacak teknik-pratik değer yaratmaktır. Sosyal bilimciler kendilerini entelektüel seviyeye katkıda bulunup bulunmadıkları hususunda test etmeli; mühendislik-fen bilimcilerse kağıt üzerinde kalan boş laf yerine, teknik-pratik değer yaratıp yaratmadıkları hususunda. Fonksiyonlarını hakkıyla yerine getiremeyen sözde akademisyenlerin statülerini korumak uğruna yanlış politikaların ve yanlış politikacıların kölesi olacağı gerçeği ise izahtan varestedir…